BLOGGER TEMPLATES - TWITTER BACKGROUNDS

Hürriyet

29 Temmuz 2009 Çarşamba

SANA ÇIKMALIYIM

Kaybolmalıyım, beni yaşamaya terk ettiğimde kendimi.
Seni yaşamaktan vazgeçişime öfkemi beslemeliyim.
Ne benim uzanan elim havada kalmalı,
Ne de ben senin gözlerine bakarak yalvarmalıyım.


Yalnız kalmalıyım, bu çığlık çığlığa tükettiğim gecelerde.
Gün ışığını sadece kendi başıma tüketmeliyim.
Kendim için nefes almalıyım bir süre,
Seni düşünmemeli merak etmemeliyim.



İki satır yazarsın diye bakıp durmamalı gözlerim ekrana.
Ya da ne bileyim?
Hiç çalmayan telefonumun sesini kapamalıyım,
Sen ararsan duyup da açmamak için.



“Seni seviyorum” dememeliyim bir daha sana.
Biraz umarsız olduğumu bile düşünmelisin aslında,
Beni aramıyor, merak etmiyor diye düşünceler almalı zihnini.
Kuşkular içinde sevmeyi öğrenmelisin ölmeden…



Gül yüzünü görünce yeniden eski haline dönmeli her şey.
Sitemlerin güzelliğini tadıp gülümsemeliyim sana.
Gülüşünle şenlenip eşlik etmeliyim ruhuna.
Kendimi terk ettiğim yerden sana çıkmalıyım…



Köşe başlarında sen beklemelisin beni elinde çiçekle.
Kelebekleri seninle kovalamalıyım bahar şenliklerinde.
Ve hatta sen, kelebeklerden birini saçlarıma takmalısın.
Ben de, yüreğimi seninkinin üzerine kondurmalıyım.



Mavisihir

26 Temmuz 2009 Pazar

TUT ELİMDEN, ÇIKAR BENİ

Aldatmalardan, yalanlardan, palavralardan bahsedelim bu kez. Ama dürüstçe, “aman sende ne yaparsa yapsın bana dokunmasın” lar olmadan. Dünyadaki nüfusu, ve her saniye bir insanın bu saydığımız şeylerden birini yaptığını düşünün. Ne kadar acıdır ki; artık zamanımızda olması gereken haliyle yaşamak anormal olmaya başladı dostlar. İnsanların ayaküstü yalan üretim merkezi gibi işlediklerini bir düşünsenize. Of of! Çekilecek dert, yaşanacak dünya değil burası deyip, her şeyi bir kenara atıp kaçıp gidiveresi geliyor insanın. Sorun burada, nereye peki? Her yer bunlardan dolu. Gidip kendimizi köprüden aşağıya mı bıraksak acaba? İşin ironisi tabi bu…



Eskiden Yeşilçam yapımlarını izlerken, insanların böyle yaşamadığını biliyordum. Şimdi seyredilen dizilerin filmlerin normal yaşamdan farkı yok dikkat ederseniz. Sanallığı yaşantımızın içine ne kadar sindirdiğimiz ortada. Tamamını kaplamış durumda, neredeyse. Sevmeler, sevişmeler, dostluklar, paylaşımlar hatta birbirimize verdiğimiz sözlerin hepsi sanal. Sanal ve yalan. Böyle bir ortamda, bir şeyleri çalmak ya da ortada sahipsiz gibi duran bir şeyi emek vermeden üzerine çöreklenir gibi sahiplenmek kolay. En kolayı da yalan söylemek.



Nedense ben dönüp dolaşıp, hep bu yalan olgusuna takılı kalıyorum. Küçüğü büyüğü var mıdır? Beyazı, pembesi, mavisi ya da siyahı, gecesi ve gündüzü olur mu? Yalan, yalan değil midir? Hepsi aynı kapıdan çıkmıyor mu, dilden? Hepsini aynı kulak duymuyor mu? Aynı yürek inanmıyor mu? Hepsi aynı yeri yaralar, hepsi aynı kanı akıtır, aynı acıyı verir. Yalan değişmez, yıkar.



Ben söylemedim mi? Söyledim, dürüst olacağım ama devamın getirmek zor. O yüzden cesaret edemedim. Ben bu kadarken, değişmeyecekken, yarın sabah kalktığımda başka bir insan olmayacakken, adım sanım belliyken, …..ken gerek yok yalana. Bu gün söylersin yarın sabah senin ayağına dolanır düşersin. Ne özrü olur bu ayıbın, ne de affı. Aynaya bakınca, başını yastığa koyunca insan ister istemez kendi muhasebesini yapıyor aslında. Vicdan sahiplerindenseniz, gece uyuyabilmek için zaten ne yalan söylersiniz, ne aldatırsınız, ne de kandırırsınız değil mi? Kendi iç huzurumun bencilliği bu işte, benliğimin ve vicdanımın temizliğini istiyorum. Senin gibi, onun gibi, nefes alan tüm şahıslar ve varlıklar gibi.


Herkesin aynı şeyleri bekleyip özlediği bir dünyada, başlangıcı birilerinin yapması gerekiyor sanırım. Neden bu biz olmayalım? Vicdanların nefes almasına izin verin dostlar, kara dumanların içinde kalmış benliklerimiz. “Tut elimden, çıkar beni”




Mavisihir

23 Temmuz 2009 Perşembe

AR DAMARINI BÜYÜK MİZANA KOYDULAR...





Çıkar dünyası bu dünya, alacak verecek hesaplarının içinde yoğrulup kalmışız aslında. Gelip geçici hevesler ve gıpta ettiğimiz sahtelikler. Yalandan sevmelerle kandırdığımız yürekler, ihanet ettiğimiz aşk, erkek ve kadın fark etmeden, kendimizi sattığımız pazarlar. Hayatın standı kurulmuş sokaklarda ve her yaştan insanlar satılmakta, yalan etiketlerle. Kimin fiyatı kimden yukarıda olacak? Kim daha çok rant sağlayacak? Kim kimi kazıklayacak? Kim kimi aldatacak? Kim kimin arkadaşına sarkacak? Bitmez ki bu rezalet örnekleri. Bir de karşına geçer bu tipler, yalan bir utanç ve ar damarı takınarak alınlarının ortasına insanım diye geçinirler . Ne demek geçer içimden bilir misiniz? Yuh be! Senin adamlığına…



Amiyane kelimeleri sarf etmeyi pek sevmem aslında ama, zaman zaman sadece bu dilden konuşmak gerekiyor hayat sahnesinde. Bazı oyunların sadece sokakta oynanabildiğini öğrendik hepimiz. Benim kadar, sizler de bilirsiniz reel ve sanal dünyayı. Sanaldan reele geçen insanlar vardır, reelden de sanala tabi ki. Güvenmek ister insan, dost bilmek, arkadaş edinmek belki de hayata yoldaş. Şans der geçeriz bazen, şanssızlığımıza ama. Aslında dostlar, ben bu işlerde iyi şans da görmedim ya bu güne kadar, neyse. Bir elin parmağını geçmez iyi olanların sayısı. Gelelim meselenin özüne, indikçe inelim derine ki; herkese ibret olsun. Kulaklara küpe olsun.



Şehirlerin birinde bir kız yaşarmış, güzelmiş ( güzelin şansı olmaz tabi). Yüzü gülmemiş bir türlü bu kızın. Şansızlıklar bir türlü yakasını bırakmamış. Bir gün bir derde düşmüş, o dertten önce de adam kılıklı biri çıkmış karşısına. Neyse…Derde düşünce, üzülmüş ağlamış tabi. Hepimiz başımıza bir şey geldiğinde üzülmez miyiz? Bizim kız da öyle işte. Bu adam kılıklı adam da, kızın elini tutmuş ama yalandan. Bizim saf kız nerden bilsin, oyunların içinde olduğunu. Derken, zaman ilerlemiş. Kız alışmış bu adama, bu arada derdini de aşmaya başlamış. Her şey güzel giderken, yalanları öğrenmiş kız. Başından beri şüphelenmiş aslında ama, inanmak istemiş bu adama biraz da. Çok üzülmüş öğrendiğinde, can dostu dayanamamış kızın üzülmesine. Dertlerin içinde buluvermiş kendisini. Bu adam kılıklı adamı, insan yerine koyup konuşmuş onunla. Can dostunun derdini anlatmış.” Üzme onu” demiş adama. “Tamam” demiş adam. Sadece sözde kalmış bu tamamlar. Gel zaman git zaman, her şey zorlaşmış. Sorunlar içinden çıkılmaz hal almış. Kız düşünmüş taşınmış, her şeyi kesip atmaya karar vermiş.



Tek zaafı sevgiymiş, merhametmiş bu kızın. Belki de açlık duyduğu şeylerdi bunlar, kim bilir? Defalarca kopup kopup tekrar bağlamaya çalışmışlar. Olmamış, gün gelmiş hepten kopmuş kız artık. Kendine yeni bir yol çizmiş, yeni bir dünya. Can dostu yanındaymış kızın. Sel gider, kum kalır bilirsiniz dostlar. Bu da, ona benziyor işte. Geride kalan, insan oluşuna saygıdır aslında ama, onu da taze bitirdiler. Kız neler gördü sonrasında, nelere şahit oldu bilemezsiniz. Uğruna şiirler yazıldı zamanında, gözyaşları döküldü ama sahte. Sonra bir gün gelindi, can dostuna musallat olundu.



İnanın, bu gibi olayları yaşadıkça ve şahit oldukça insanın aşka ve sevgiye inancı kalmıyor insanın. Hayatın bu kadar kıymetli olduğunu bile bile, birilerinin kalbini kapanmaz yaralarla bırakmanın özrü olamaz bence. Yitip gitmeler, ayrılıklar, kayıplar hep yaşanıyor. Hayatın bize getirdikleri olduğu kadar götürdükleri de var. Saygıyı yitirmeden, edep içinde yaşamak çok zor olmasa gerek aslında. Her şeyin hatırını ve kıymetini bilmek gerek. Ar damarı, bu kavramı öğrenmek ve öğretmek gerek. Ne yaşanırsa yaşansın, edep içinde yaşanması gerek. Kaybedince hırçınlaşıp başkalarının onuruna, iffetine, yüreğine saldırmamak gerek. Bencil olmadan hayatı sorgulamak ve adil olmak gerek. Yalanı dilinden, gözünden, yüreğinden uzak tutmalı insan olan. Gece yatarken, vicdanına koymalı elini. Bu gün doğru olarak ne yaptım, yanlış olan neredeydi? Sormalı, kendini sorgulamalı insan. Yüreğine bıçak saplamamalı birilerinin. Yaşanmışların anısını temiz tutmalı. İyi günle hatırlanacaksa, gülerek anılacaksa onurlu olmalı. Yoksa…



İlk başta da dediğim gibi, rant kavgası her yerde. İş yerinde, sokakta, pazarda, evde, bakkalda, hatta sevdalarda ve sevdalılarda. Bilinmez yolların yolcusuyuz arkadaş. Varacağın son durak toprak, sonra da büyük makam. Büyük mizana koyulacak her şey. Yalanlar dolanacak ayaklarına, dilin doğruları söyleyecek. O gün hesap soracak senden her şey. Hakkını isteyecek. Ne cevap vereceksin? Korkmaz mısın o zaman? Hangi yalanın arkasına saklanırsın o gün geldiğinde? Hangi dağa çıkar da kurtulursun haklıdan? Hangi silahla korkutursun masumu? Avcılık yapmaya mecalin kalır mı sanırsın? Sen ne benden saklanabilirsin o zaman, ne de mizandan. Dilerim ki, o günden önce korkmayı öğrenirsin ademoğlu…




Mavisihir

21 Temmuz 2009 Salı

GÖNLÜMÜN KALEMİ

Yazmalara küstün mü kalemim ?
Yoksa bana mı darıldın?
Birkaç gündür bakmadım
Dokunmadım sana biliyorum
Kusuruma bakma emi, kadim dostum?
Dün bir martı kondu pencereme bilir misin?
Bahsettik ondan bundan
Aslında seni çekiştirdim ben
Gel de söyleyeyim kulağına…
Ey martı! Sen uçuyorsun
Dağıtıyorsun üzerine çöken ufuneti
Ben çakıldım kaldım bu pencerenin iç tarafına
Beyaz önlüklünün biri, bana yasak koydu gitti
Dostumu özlüyorum bilir misin?
Uzun ince bir dostum var benim
Dalyan gibi bir delikanlıya benzer
Adı da Kalem!...
Sen gördün mü onu hiç senin oralarda?
Belki de şaştı, düştü mavi suya.
Bir el versen de, bulsam dostumu…
Martı, sevdiği denizi terk etmezmiş
Dedi ki bana;
Senin dostun elinde mi durur, yüreğinde mi?
Donup kaldım…
Seni yanlış yerde aramışım ben bunca gündür
Şu elleri evirip çevirene kadar,
Defterlerin, kitapların aralarını gezene kadar
Yüreğimin sayfalarının arasına,
Şöyle bir bakmayı unutmuşum.
Buldum ya seni…
Ne keder kaldı, ne de ufunet
Vedalaşamadım bile heyecandan…
Yanlış yerlerde ararmışım sen meğer
Kimse bilmez ki, yazan gönülün kalemidir
Sen mi martı misalisin, ben mi bilinmez ama?
Bir şey bilirim,
Ne ben senden, ne de sen benden….




Mavisihir

15 Temmuz 2009 Çarşamba

VAKİT...

Vakit, sen vakti yüreğimde
Dalgalar sahile vuruyor ahenkle
Sen de benim yüreğimde yalpalıyorsun
Her vuruşunda sahillerime
Sevgiyi işliyorsun nakış nakış
Vakit, sen vakti yüreğimde
Güne başlarken güneşle geliyorsun
Gece benimle dalıyorsun uykuya
Ayrı rüyalarda dolanıyoruz el ele
Bir senden, bir benden söylüyoruz şarkılarımızı
Vakit, sen vakti yüreğimde
Şarhoşluğun tadına varıyoruz
Gecenin derin kokuları arasında
Aşk buram buram her yerde
Büyülü dokunuşlara bırakıyoruz kendimizi
Sende de vakit, ben vakti
Usul usul sızıyorum kapılarından içeri
Sevdaya zerk ediyorum seni ince ince
Duman duman uçuyorsun başka şehirlerden bana
Ben sana geliyorum usuldan
Sen ise koşa koşa ruhuma
Sende de vakit, ben vakti
Ruhum!...
Hoşuma gidiyor sana böyle seslenmek
Seni kendimden, en içimden bilmek
Yüreğimi senin yağmurlarına salıvermek
Sırılsıklam olup, sana kokmak buram buram
Sende de vakit, ben vakti
Bitmiyor senli benli zamanlar
Her yer bize bakıyor
Bizi anımsatıyor martılar
Yine seninle simit atıyorum kuşlara
Vakit, sen vakti yüreğimde
Sende de ben…





Mavisihir

GİDERİM






Giderim, arkama bakmam
Giderim, sevdaya inanmam

Giderim, yüreğim hep kırık
Giderim, hayallerimin hepsi yıkık

Giderim, kapıları sevdaya kilitli
Giderim, geleceğim hep sebepli

Sen de git, gelme sakın geriye
Sen de git, yerin yok geleceğimde...


Mavisihir

9 Temmuz 2009 Perşembe

İSTANBUL'A TALİBİM

Artık demir atıyorum bu şehirde. Defalarca kez gidip geldiğim, sokaklarında avare avare gezdiğim, her taşının altına bakıp hiç bulunmamış bir mücevheri aradığım. Sevdaları bitirip, destanları imzaladığım. Mavisine gri bulutların çöküşünü kasvetle andığım, güneşin minarelerin tepesini ışıl ışıl aydınlatışını sevinçle izlediğim şehir. Adına binlerce şiirlerin, şarkıların söylendiği, binlerce aşkı gece gündüz izleyen tek göz olan şehir. Benim çocukluk anılarımı bıraktığım, kendimi bulduğumda ise koca şehri gülen bir yüze sığdırdığım. Ardı sıra gelen hüzün ve öfkelerden sonra sukuta eren bir yürek oldu, benim için bu şehir. Yedi tepesini seyre daldım bir akşam, yine sabahı karşılıyorum bu şehirde. Sabahların yüzü artık sen oldun, sende yaşamaya başladı bu şehir…



Seni düşünüyorum, boğaza uzanıp şöyle gözlerinde geceyi yaşadığımı hayal ediyorum. Kokun nasıldır bilmiyorum, bakışın ne kadar derindir görmüyorum. Neye benzer sevmelerinin tadı? Sıkıca sarıp sarmalar mısın yaşanmışlıkları? Elimden tutup ta, hiç bırakmadan koşar mısın yıllarca? Sevdiceğim olur musun? Sevmelere ve sevilmelere doyurur musun beni?



Sevilmelere benim açlığım, senin gibi. Garip bir oyun belki bu hayat, son sahneye kadar saklıyor sevgi sözcüklerini. “Seni seviyorum” demelerin sıcaklığını ararım her taşın altında mücevher diye. Senin, benim ruhuma, yüreğime talip oluşunda saklarım kendimi. Bir baktım var oldun hayatımda. Bir baktım yoksun, yeniden geleceksin gülerek, bilirim. Bu şehir seni hatırlatır bana, her yere senin gülen gözlerinle giderim. Her sokağında, her köşe başında sesini duyarım. “Seni seviyorum” demelerin şarkı olur gece-gündüz dinlediğim. Yüzünü çizer asarım gözlerime, her baktığım yerde gülen gözlerin. Sana doyarım diye hayal ederim, bilirim ki; ne sana doyulur, ne nefes almaya, ne de İstanbul’a…



Gülmelere küstüğüm bir şehir bırakıp sana geliyorum.



“Gül yüzlüm, güzel gözlüm” Bunları duymaya, senin ruhuna yüreğine, senin güzel yüzünü gülmelere doyurmaya talibim.
Yüreğinin her köşesine taht kurmaya talibim.
Sana dokununca, seni buralardan alıp götürmeye talibim.
Gelip beni benden istemene, bu ömrü sana vermeye talibim.
Tüm şarkıları senden dinlemeye, sadece sana şarkı söylemeye talibim.
Sen bana talip oldun, şimdi sıra bende. Sevdiğim, ben de sana senin bana talip olduğun gibi talibim.
El değmemiş ruhunla, yüreğini istiyorum kendime. Ben sana çoktan verdim benimkileri. Sen beni seçtin, ben sana el verdim.
Bu şehre, bu sevdayı seninle yaşatmaya talibim…



Mavisihir

6 Temmuz 2009 Pazartesi

SADAKA HAYATLAR

“Başka türlü bir şey benim istediğim, ne ağaca benzer ne de buluta” dinliyorum seni bu şarkıyı tekrar tekrar dinlediğim gibi. Plak oldun sanki, takıldın hayatın içinde. Bozuk melodileri çalar gibisin, durmadan. Beklediklerinin ve gördüklerinin bambaşka oluşunu taşıyamaz halinle, salınmaktasın rüzgarlarda. Sana seslenmek istedim bu satırlarla. Kendi kırıklarımı gördüm bazen sende. Zaman zaman senin yerinde ben, benim yerimde de sen oldun. Başladı bitti, bitti tekrar başladı nefes almalar. Bir sen, bir ben… Ama ikimiz aynı anda değil. Sonunda yol ikiye ayrıldı ve biz de yollarla birlikte saptık farklı yönlere.



Çemberlerimizin daralmasını izledik, oturup karşıdan. Yaşamaya çabalayan bir karınca gibiydik anıların içinde. Kendimizi avutacak, ekmek kırıntıları taşıdık derme çatma dünyalarımıza ve bittik… Kocaman alemin içinde kapladığım/ız yerlere bakmadan böbürlendik, gururlandık. Sevmelere de , nefret etmelere de doyamadık. İnsandık… Herkesin bizi unuttuğu gibi, biz de kendimizi unuttuk ve herkesi. Arz etrafımızda dönüyor sandık, aldandık. Oysa biz onun etrafındaydık. Yalanlar, yanlışlar besledi ruh diye taşıdığımız yoksulluğu. Sömürdükçe küçüldük, küçüldükçe silikleştik hayattan. Ve son geldi, öldük.




Yaşananlardan bir sandık yaptık kendimize. Daha önce naftalinlediğimiz oyalarla süsledik sandıklarımızı. Ellerimizi uzattık, bazen bir el tuttu bazen de boş kaldı. Havada dolandı, asılı kaldı sevdalarımız. Sen, karmaşaların hazinesi olan adam/kadın. İstedik hep, verdik/vermedik. Yaşamın seçeneklerini kullandık. A,B,C,D ve diğer… Diğerlere yöneldik, sürprizler çıkacak diye umduk. Bazen kara kapılar ardında kaldık, bazen de mavi pencereler. Bazen kızıl gün batımlarında kaybettik kendimizi, bazen de yeşil bir çift gözde ezilerek yaşadık. Sonunda bittik…



Sırtlandık hayat bohçalarımızı, başladık elimizde kavallarımızla yollarda avare dolaşmaya. Meyhane masalarında sabahladık, mezelerle birlikte iki duble rakının içinde kaybolduk, belki de en ucuzundan bir şişe şarapta boğulduk. Çemberlerin dışına çıktık sandık, hayallerin içinde daldıkça. Uyandık… Demir attığımız sahilden ayrılmaya hazırlandık. Ne sen, ne ben kalabildik bu hayatlarda. Yolculuk bitti diye sevinme, bize daha çok sapaklar var ufukta. Yaşadıkça, nefes aldıkça ya da bizlere bırakılan sadaka hayatları yaşamaya çalıştıkça…




Mavisihir