BLOGGER TEMPLATES - TWITTER BACKGROUNDS

Hürriyet

31 Mart 2009 Salı

HÜZÜN DUVARI






Bir hüzün duvarı ördüler önüme
Betondan ve çeliklerden yıkmayayım diye
Gülümsemek neydi benim yüzümde
Durmadan ilaç verdiler unutayım diye


Yaşamın duvarından çok yokuşu varmış
Dikenler bürümüş, yürünmez olmuş
Uzun koridorlar önüme çıkmış
Yürüdüm, vardığım son karanlıkmış


Dünya nasıl güler unuttum ben
Hüzünden örülü sanki tüm duvarlar
Kavgalar, çığlıklar gördüm ben
Sevgiyi unutmuş sanki bu insanlar

İsyanlarım çınlar bomboş odamda
Bilirim ki senden daha yakını hiç olmadı bana
Ellerimi açıp, yakarsam sana
Bir dost eli daha uzatır mısın?


Dokunsan zehir akar o tenlerden
Dudaklar kötü söyler artık her dem
Uçup gitmek ister bülbül bu ellerden
Gözyaşı değil, kan akar o gözlerden...



Mavisihir

25 Mart 2009 Çarşamba

YARAMAZ SİNCAP



Fındık ailesinin en küçük ferdiydi. O kadar yaramazdı ki, kış için ailesi kozalak toplarken o hep oynamak isterdi. En küçük olmanın verdiği şımarıklıkla herkese kendini sevdirir, cezadan kurtulurdu. Minicik olmasıyla birlikte gerçekten çok ta sevimliydi Fındık.Yaramazlık yapmaktan vazgeçemeyişine kendi de kızıyordu bazen. Çünkü başına olup olmadık işler geliyordu. Fındık ve ailesi bir ağaç kovuğundaki evlerinde yaşıyorlardı. Burası çok güzel bir evdi.


Bir gün ormanda gezerken yerde bir çukur gördü. Bun bir tavşan yuvasıydı aslında ama o bilmiyordu. Çok meraklı olan Fındık delikten içeri daldı. Biraz gittikten sonra karanlıkta kaybolduğunu sandı tam korkuya kapıldığı anda tavşanların evinde buldu kendini. Kendi evine benziyordu biraz ama burası toprağın altındaydı. Masada değişik yiyecekler gördü. Tadını çok merak ediyordu tadını ama biraz da korkuyordu. Bilmediği şeyleri yememesini söylemişti annesi ona. Fındık merakına yenildi. Hem annesinin sözünden çıkmıştı hem de başkalarının evine izinsiz girip yiyeceklerini izinsiz yemişti. O kadar çok yedi ki birden uykusu geldi. Oradaki kanepede tatlı bir uykuya daldı.



Bu arada tavşanlar evlerine döndüler, Fındık’ı evlerinde gördükleri için çok şaşırdılar. Fındık’ın ailesi her yerde onu arıyordu. Akşam olunca ümitsizliğe kapılmışlar onun başna bir şey geldiğini düşünmüşlerdi. Tavşan ailesi Fındık’ın ailesini tanıyordu. Gidip onlara haber verdiler. Fındık’ın ailesi yavru sincabın iyi olduğuna çok sevindi. Fındık ertesi sabaha kadar deliksiz bir uyku çekti. Sabah kalktığında tavşan ailesinden özür diledi, onlar da onu affettiler ve öğütlerde bulundular. Fındık artık ailesinden izinsiz hiçbir yere gitmeyecekti. Çünkü bir daha yaparsa bu kadar şanslı olmayabilir, ormanda yaşayan kötü hayvanların eline düşebilirdi.


Tavşan anne Fındık’ı ailesinin oturduğu ağaç eve götürdü. Fındık’ın ailesi ona çok kızgındı aslında ama yine de ona ceza vermediler. Ona ne kadar üzüldüklerini ve korktuklarını anlattılar. Fındık bir daha yapmayacağına ve bundan sonra uslu bir yavru sincap olacağına dair ailesine söz verdi. Bir daha da asla yapmadı. Güzel günler geçirerek yaz mevsimini uğurladılar.





Mavisihir

24 Mart 2009 Salı

KENDİME MEKTUP




Kendime söylediğim yalanların bitiği gün bu gün galiba. Uzun zamandır oynadığım rol burada bitti. Senaryonun da bittiğini hissediyorum. Yaşamın ikinci yarısı başladı artık. Büyük bir değişimin eşiğinde buldum kendimi bu sabah. Değişmekte olan yaşam bana öyle bir zorunluluk yükleyip gitmiş ki sormadan, itirazlarımın havada asılı kaldığı bir odada durmuş ne yapacağımı düşünüyorum şimdi. Her noktam acıyor sanki, saçlarımın diplerinden kan akıyor bu gün. İçim yine kapkara oldu, bir şeyler düğümlendi boğazımda. Derin bir nefes alıyorum, ciğerlerimi doldurarak. İçimde sızlayan yerin, artık acımaması için bir kez daha dua ediyorum. Umut penceremin açık olduğunu biliyorum ama benim umuda uzanan kollarımın kısaldığını görüyorum sanki. Artık hayal ve gerçeğin iç içe girdiği bir gece çöktü yine üzerime. Kaçmak istiyorum her şeyden.



Denize bakarak bağıra bağıra ağlamak istiyorum. İsyan etmek geliyor bu gün yine içimden. Sabır çizgisinin diğer tarafına geçtiğimi saklamak istemiyorum artık.Yaşam çizgisinin tam üzerinde duruyorum. Birden bir ses duyuyorum ‘Anne……’ işte bu her şeyin son bulmasını ağlıyor. Tam her şeyden vazgeçtiğim vakitte tekrar tutunuyorum. Yeni bir pencereye gidiyoruz hep birlikte. Yaşama bakıyorum tekrar, başka bir göz görüyor sanki her şeyi ve her yeri. Renklerin izlerini görüyorum üzerimde. Biraz önce küstüğüm yaşama küçücük bir elle tutunuyorum. Üzerime kapkara çöken bu yorgunluğu bir kenara fırlatıp, merdivene tırmanmaya başlıyorum. Sanki bulutlara çıkıyor bu merdiven. Mektubun içinde bir masal, masalın içinde bulutlara uzanan bir merdiven. Ben merdivene tırmandıkça geride toparlanan bir kalabalık. İnsan mı söz mü belli değil gördüğüm siyahlıkların. Aslında ikisi de aynı değil mi?




Bu gelgitlerin biteceği bir manzara görüyorum merdivenin sonunda. Mavi, her yer mavi. Tek bir leke yok resmin üzerinde. Her şey öyle muntazam ki, gözümün alabildiğine seyrediyorum gökyüzünden her noktayı. Deniz, bulutların arasından göz kırpan güneş, kuşların cıvıltılarının başka notaları seslendirdiği bir ülke burası. Bir masal diyarı sanki. Ben güzel prenses, her masalda bir şato ya da kula vardır ya, ben bulutlarda bekliyorum gece yarısının olmasını. Saatin sesiyle her şey değişecek, ben yine eski ben olacağım. Ardından yine o ses, ‘Anne….’ İşte bu ses, bana hayattan gelmiş en güzel mektubun ilk sözü. Her kelimesinde başka bir renk gördüğüm, her bakışımda ayrı bir masalı okuduğum, başucumda tutmaktan hiç bıkmadığım bir kitap sanki. Uykusuz kaldığımda elime aldığım, içime sığmadığımda sıkıca sarılıp aktığım. Hayatın ve kendimin kendime yazdığı ilk ve son mektup. Kanayan yerlerime bastığım, düştükçe tutunarak kalktığım. Her duyduğumda umutla sarmalandığım, karalara inat her yeri maviye boyadığım….




Mavisihir

20 Mart 2009 Cuma

KİMİN ŞATOSU?




Aksi mi aksi, beter mi beter bir kız yaşardı bu köyde eskiden. Aksiydi ama köyün en güzel kızıydı. Çevre köylerin delikanlıları bile hayrandı bizim asi kıza. Her sabah kovaları alır su doldurmaya giderdi meydanın çıkışındaki çeşmeye. Büyük bir kalabalıkta onunla birlikte çeşmeye. Aslında o uzun etekli elbiseleri giymeyi hiç sevmezdi ama annesinin yüzünden giyerdi hep. Arkasından çeşmeye gidene kadar ilerleyen kalabalığa neler yapacağını pilanlardı yolda. O kadar acırdı ki onlara, delikanlıların ondan korktukları halde yine böyle peşinde dolanmalarına hem gülüyordu içten içe, hem de kızıyordu. Çoğu zaman eline geçen taşları fırlatıyordu kalabalığa, sonra da oturup çil yavrusu gibi dağılmalarını izliyordu. İçinden ne kadar aptal bu erkekler diyor ve kahkahalarla gülüyordu kaçışlarına.



Hikaye anlatacağım diye sevindiniz değil mi? Hayır anlatmıyorum. Şimdi siz ve tanıdığınız bütün kadınların eski günlerine dönmelerini istiyorum. Çocukluk aşklarını, korkakça atılan bakışları, oyun bahanesiyle elinizi tutmak için yapılan şirinlikleri,ya da kovalamaca oynarken hep sizi yakalamak için peşinizden koşanları. Sizin de yorulmuş numarası yaparak yakalamasına izin verişleriniz. Ne varsa eteklerinizde dökün bakalım ortalığa. Kadın olmanın hınzırca ve biraz da egoistçe verdiği bir his vardır bizlerde. Egomuzun nerede ne zaman savaşa geçeceği pek belli olmaz. Herkese olmuştur belki, okulda, sınıfta yanağa kondurulan masum bir öpücükten sonra duyulan utanç, sevinç, muzurluk ve kazanmışlık karışımı bir egodan bahsediyorum.



Yeni başlayan masallar anlattıracak, eskilerin beklediği mutlu sonları getirecek bir gülüş belirir yüzünüzde. Asiliğiniz, inatçılığınız hatta kapı arkasında sinsice gülüşlerinizin izini taşıyan cinsten. Yeniden bir masal anlatmaya mı başlamalı yoksa yarıda kalan masal kitabını mı okumalı? Yeni bir ufuk, yeni bir yaşam önünüze konmuşken ve siz çocukluktan bu yana kalan tüm anıları hatırlarken, hatta bunları bir sandıkta üst üste koyup saklarken ne yapmalısınız? Okunan her satırında belki kuleden aşağıya saçlarınızı sarkıtacaksınız, belki kötü kalpli kraliçe yaşlı bir kadın olup size zehirli bir elma yedirecek, belki de gece yarısı siz ve balkabağından yapılan arabanız eski haline dönecek. Bazen de eski acı bir hatıranın izlerini silmeye çalıştığınız bir resimdir bu masal. Kim bilir, zaman geçmesine rağmen çocuklukta kaldığını düşündüğümüz tatlı anılar yolda giderken önünüze çıkar bakasınız. Bir bakmışsınız, sizi çaktırmadan içine almış bir masal. Bir atın üzerinde, saçlarınız rüzgarda savrulurken bir şatonun önünde bulursunuz kendinizi. Bu şato size mi ait? Şimdi hep birlikte buna cevap verelim.


Geride kalmış masalların yarım ya da bitmiş tüm sonlarına bir tören düzenledim ben şatomda.Şatafatlı bir balo yaptım geçmişin anılarına, aşklarına ve heyecanlarına.Bu şato benim şatom. Kapısında durup beklemekle neden zaman kaybedeceğim?Geçmişe bakan tüm balkon ve pencelerini çiçekler sarmış şatonun.Hep buralarda olup da, neden bu kadar geç kaldım ben? Kapıların diğer tarafında olan fırtınaların, kaosların hatta,beni içine çekip yoketmek isteyen şeytan üçgenlerinin elinden kurtulup,yaşama bayrak açmaya geldim. Balonun en güzel prensesiyim ben, herkesin gözü üzerimde.Kimi imreniyor bir duvar dibine dayanıp, kimi de mutlu oluyor benimle dansederek.Hepimizin bu kutlamaları yüreklerimizle yaşamamız gerek aslında. Masallarımızın kahramanları oldu hep, iyi ve kötü adamlar. Güzel kuşlar, uzun burunlu cadılar. Hepsinden bize kalan ucunda yanık geçmiş kokusu olan anılar. Fırında gelecek pastası pişiyor gelecek büyüklüğünde.


İşte şatomun en muhteşem ikramı bu size.....



Mavisihir

19 Mart 2009 Perşembe

BEBEĞİM’E MEKTUP



Bebeğim, sana bu mektubum
Sana anlatmadıklarım var satırlarımda
Büyümeni beklediğim günlerim
Ve senin ilk geldiğin günün hiç değişmeyen tazeliği
Hoş geldin,iyi ki geldin bebeğim
Sen geldin, yumuk yumuktu gözlerin
Bembeyaz bir buluttun sanki o an kucağımda
Bir sana baktım bebeğim, bir de bulutlara
Sanki bir parça gökyüzünden gelmiş
Kucağımda sıcacık ve savunmasız duruyordu
Anlatamam ki hayranlığımı…
Saatlerce öylece durup bakardım sana
İzle,izle ve kokla…
Seni içime alıvermek gelirdi an olup
Kucağımdan bırakmaya kıyamadığım
Koklamaya bakmaya doyamadığım bir çiçek.
Anneydim ben…
Anneyim…..
Anneyim ……………
Tüm alem duysun benim sevincimi
Benimde bir bulut parçam var artık
Yıllar geçti ama hala dün sanki senin gelişin bebeğim
Maviliğim seninle başladı aslında benim
Yeşille karşıladım seni ve sen de yeşil oldun gözlerinde büyüdükçe
Maviliğim senin bebek gözlerinde şarkı oldu
Senin yeşile dönüşünle büyüdü
Bakma sen benim de yeşil göründüğüme
Sen ve ben hep maviydik, maviyiz
İlk kelimen, ilk adımın,ilk bakışın, ilk gülüşün
Bütün ilklerin, bütün ilklerim
Sen, sensin bebeğim
İlk ayakkabılarını saklıyorum hala çekmecede
Sen büyüdükçe onlar senin gelişini taze tutuyor
Yüreğimin en taze ve sade sevdası
İlkim ve sonumsun bebeğim
Küçücük ellerine verdim ben yüreğimi
Sen ise hep benimlesin
Bebeğim……



Mavisihir

17 Mart 2009 Salı

KIRIK AYNALAR




Paramparça oldu aynam bir anda
Her gün ayrı ayrı kırılıyor yaşam
Dağıldı tüm parçalar tüm boşluklarıma
Sen miydin her parçada yüreğime saplanan


Pek dile gelmemiş bir söylemsin sanki
Kırılan aynamdaki parçalanmış aksimsin
Her sabah bakıp kendimde gördüğüm sen
Ve aynanın kırıklarında ben diye yitirdiklerin


Kırıklarla, hüzünlerle başlamış her şey
Masalın sonuna varmadan kırılmış aynam
Aynada bana uzattığın bir yudum mey
Kırıldıkça bir parça daha akıttı candan


Sevdamın aksini gördüğüm
Aynanın her kırığında ayrı bir düğüm
Sensiz ölümlerde kaldığım bir düğün
Onlar kahkahalarda ben de kırık bir hüzün



Mavisihir

13 Mart 2009 Cuma

YANAR DÖNER BALKABAKLARI





Cadılar bayramını kutlar gibi oldu artık yaşamlarımız. Her gün ayrı bir balkabağı süsleyip koyuyoruz kapılarımızın önüne. Hatta yüzlerimize de onlardan takıyoruz, çirkin ruhlarımız görünmesin diye. Kimin kabağı kiminkinden büyük, kimin ki daha gösterişli, kimin ki daha çok süslenmiş? Kapıya zilleri de astık mı alın size bir cadı evi. Kabaklara mı acısak, yoksa insanlara mı bilmiyorum. Kabak olmak aslında tercihim olurdu, neden mi? İnsanlar gibi iftiracı ve çıkarcı olmak istemediğimden. Cadılık aslında var biliyor musunuz? Bu büyü işleri masal olabilir ama cadılık insanın yüreğinde var. Ben öyle bir cadı tanıyorum ki, o pis tırnaklarıyla insanı çizmeye çalışıyor adeta. Kendi ayıplarını, eksiklerini ve belki de sahip olamadıklarını örtmek adına etrafına saldıran bir cadı. Kıskanç ve iftiracı.



Bu cadıyı bir balkabağı olarak hayal ettim. Kocaman gözleri ve ağzı, kafasının tam içine yerleştirilmiş bir fener. Haline gülsek mi, ağlasak mı? Kendi kıskançlık ve çıkarlarının ihtiraslarında yeterince yanmıyormuş gibi bir de kafasının içinde bir fener. Bu zavallı balkabağı kafalı cadının hali ne böyle? ‘Acaba o fener orada yanarken karanlıkta kalmış kör yanına ışığı gösterebilir mi acaba?’ diye düşünmeden edemiyorum yine de. Ben insanım ya da kapı önüne konmuş bir bayram kabağı. Kötü cadının oyunlarını ve her gün kazanın başında sinsice yaptığı büyüleri izleyen,sessizce ağlayan bir balkabağıyım belki de. Ben sarı renkteyim, güneş gibi. Güneşin yeryüzünü aydınlatışı gibi kendi yüreğimi karanlıklardan korumaya çalışıyorum aslında.



Yanardönerlikten ve yalancılıktan bahsedelim biraz da. Biliyor musunuz, ben en çok yalancılardan ve kendilerini aklamak için başkalarına iftira atanlardan korkarım. Eski binalarda hep böcekler çıkar bilirsiniz. Sürekli ilaçlarsınız her yeri, ertesi gün yine gelir. İşte bu insanlar da tıpkı böyle. Tam atlattığınızı ve ondan kurtulduğunuzu düşünürken mantar gibi başka bir yerden çıkıverir karşınıza. Anlamaz, dinlemez, zaten sizinle aynı gözden hiç göremez. Karşısındaki insana saygı duymak gibi bir alışkanlığı da yoktur aslında bu tip insanların. Balkabağı dedik, cadı dedik, böcek dedik, en son insanlara geldik. Diyorsunuz ki artık ana fikri söyle. Söylüyorum işte…



Yanardöner balkabakları, benim nefret, kin, kıskançlık ve çıkarlarla dolmuş insanlara verdiğim isim aslında. Hiç anlamadığım bir şey, iftira atarken bu insanlar hiç düşünmezler mi acaba? Kırılır mı, incinir mi diye? En çok acıtan da ne biliyor musunuz? Dost dediğinizden bunları duymak…. Yazık, hem de çok. Yanardönerlik bir gün öyle, bir gün böyle olmak, ne istediğini ve beklediğini bilmeden, hedefsiz yaşamak aslında. İnsanım ben diye övünürken, aslında insan olmamak demek. Acıyorum bu balkabaklarına. İşte böyle, ben yine çok kırgınım ama eskisinden daha güçlüyüm. Neden mi? Ben kötü gündeyim,bu kabaklar benden de kötüler aslında. Yalnızlık çukurunun dibini aydınlatmaya yetmez fenerleri, farkında değiller.


Mavisihir

12 Mart 2009 Perşembe

KATİL VE MAKTUL




Her günün bir katili vardır aslında hepimizin yaşamında. Gündoğumlarında bizimle gülerek uyanan ve akşamında gözlerinden kan damlayan katillerimiz. Neşemizin içinde besler büyütürüz onları ıssızca. Zamanın sessiz adamları oluverirler birden bire. Nefes almadığını sandığınız anda bir hançer saplar gider boğazınıza. Can çekişmelerin içindeyken bir de gidişleri yaşarsınız hep beraber. Acı , acı, acı, hayatın üç temeli var derken, üçü de aynı olan tek temelden bahsedermişiz meğer. Acı, tanıştırayım. Pardon siz kimdiniz? Katiliyle tanışmayan yok alında bilir misiniz? Ensenizde, içinizde, sağınızda ve solunuzda dolaşan her şeydir katiliniz. Bazen hayatın ta kendisidir. Ta ki siz fark edene kadar. Korkusuz ve kokusuzdur katiller. Sen etrafında değişik bir aroma bekleyip, geldiğinde kokusundan tanırım derken, katilin yanına sokulur ve giriverir nefesine.



Tanınmış bir oyuncudur aslında hepimizin katili. Bizlerin hayatındaki başrollerimizi canlandıran, belki de aslında bizler olan. İnançlarımızla, cahilliklerimizi birbirine katıp bizi biz olmaktan çıkaran anlarımızdır belki de. İsyan bayraklarımızı göndere çektiğimizdeki yalancı zaferlerimizin içimizde bıraktığı kısa heyecandır. Yalanlarla kurulan yaşamlardan ve dostluklardan arda kalan nefrettir bazen. Silip silip attıklarımızdır ya da kenarda köşede kimsesiz bıraktıklarımızdır. Kendimizi unuttuğumuz köşe başında üzerimize basan bir koca ayaktır belki de. Canım yanıyor, al ayağını üzerimden diye bağırsan da faydası olmayacaktır. Seni duymaz, duyamaz. Sana ve gerçeklere kulağı kapalı bir katilin var demektir. Bu da ayrı bir handikaptır, katil-maktul hikayesinde. Yazık …



Şimdi bizlerden yani maktullerden dem vuralım biraz da. Nereniz kanıyor, acıyor fark edebildiniz mi bu kadar yaşam yarışının içinde? Hilelerle kazanılan yalancı bir zaferden yola çıkıp da, kime neyi ispat ettiğinizi düşündünüz mü hiç? Yoksa hiç bakmadınız mı önünüze, ardınıza, sağ ve solunuza? Katilinizin nerde durduğunu,size hangi zayıf noktanızdan yaklaşacağını düşündünüz mü? Her şeyin cevabının hayır olduğu bir yaşamda yaşadığımızı gördünüz mü şimdi? Maktul olmaya da hayır diyebiliyor musunuz? Sakın evet demeyin, katiliniz bunu size sormayacaktır. Usulca sokulup girecek yaşamınıza ve sizi yavaş yavaş öldürecek. Katil ve maktul aşkının en büyüleyici semalarında gezerken siz ya da hepimiz, kanımızın son damlası da boşluğa aktığında kapanacak gözlerimiz ve soluk kesilecek. Gül rengi bir kan, kırmızının soluk ve eskimiş renginde benim katilim. Gözlerim kapanmadan, son nefesimi geri vermeden,bir an rengini gördüğüm son yaşam sahnem. Perde kapandı izleyiciler, satırlarım sona erdi. Katil ve maktul, kim bilir? Belki bir gün roller değişir, ne dersiniz?



Mavisihir

6 Mart 2009 Cuma

HÜZÜN KÖYÜNÜN KAVALCISI

Sabahları karşıladık bu balkonda, dışarıda köpek havlamaları. Güneş başını uzatmış karşı tepenin üzerinden. Şehirde tepeler görünür mü demeyin, ben görüyorum. Bu hengamenin arasında belki bunları hayal ederek avunuyorum ve nefes alıyorum. Her daralan yürek gibi benim de hayallerim var. Şirkete gitmeden nefes aldığım bir balkonum, gece beni ziyaret eden rüyalarım ve kabuslarım. Mutfakta bir şeyler yaparken dilime doladığım şarkılarım. Bazen kapım açık kalır ve komşum dinlermiş benim şarkı söyleyişlerimi. Anlatır, güleriz. Yalnızlıktan hiç sıkılmayışımı sorgularım bazen, bazen de bir dost eli tutarım. Ansızın çıkar gideriz buralardan. Kah yeşil bir orman, kah mavilerin dalgalarla sahili dolaştığı bir kumsal. Her yer benim, belki de herkesin. Nerede olmak ve nerede nefes almak istediğimize bakıyor, mekanları sahiplenmek.


Kuru bir ağaç dalı düşmüş caddenin kenarına. Şehrin sokaklarında ağaca hasret yaşarken, her gün yaşayan bir dalın daha, intiharına daha şahit oluyorum. Ve her defasında yüreğim ilk sefermiş gibi acıyor. Yaşamıyor artık diye gözlerimden yaşları bırakıyorum. Hüznümü azad ediyorum yüreğimden. Yas tuttuğumu kimse görmüyor. Masamdaki çiçeklere su vermemişler yine bu sabah. Yine boyunları bükük, yine kimsesizler. Okşuyorum boyunlarını usul usul, bardaktaki suyumu paylaşıyorum onlarla, havamı paylaştığım gibi. Bazen dertleştiğim, bazen ağladığım, bazen de sevinçlerimle yapraklarına öpücükler kondurduğum çiçeklerim. Yüreğimin masallarındaki, yedi rengim.


Bir masal astım duvara, her sabah ve her akşam okumak için. İçinde ben, anlatan sen, dinleyen çiçeklerim. Gözlerim açık, yüreğim bir sukunette ve ben hayallerdeyim. Sen anlatıyorsun, ben büyüyorum. Sen söyledikçe, rüzgar dokunuyor saçlarımın son rengine. Benimle birlikte dans etmeye başlıyorsun. Bir kaval sesi duyuyorum, çok eski zamanlardan kalma. Kavalcı denize doğru bir yol tutmuş gidiyor. Peşine taktığı, büyülenmiş hüzünlerim. İskeleden denize boşaltıyor tüm hüzünleri, arkasından da kederleri. Geriye kalan küçüklü büyüklü mutluluklar. Sıkıca sarılıyorum onlara.



Masalın son sayfasına geldik diye üzülüyorum. Usulca okşuyorsun başımı. Tekrar anlatacağını biliyorum, sen de benim her seferinde ilk heyecanla dinleyeceğimi. Eve dönüş saatlerindeki sevinç gibisin aslında. Günün yorgunluğu içinde nefes aldığım yeşil orman, gün batımını izlediğim kızıllığa bürünmüş sahilsin. Yüreğimde kalmış hüzün kırıntıları ve akın akın gelen umut…Ve sen, bensin aslında. Seni var eden benim hayallerim. Sen bu köyden sadece hüzün ve kederleri aldın giderken. Acılar arkandan ağlamaklı. Ben kalanlarla mutlu olduğum bir yaşamdayım. Benim hüzün köyümün kavalcısı. Bir şarkı daha çal usulca, acılarımı boynu bükük bıraktın ardında. Kavalcı, sen çal ben söyleyeceğim bu şarkıyı.





Mavisihir