BLOGGER TEMPLATES - TWITTER BACKGROUNDS

Hürriyet

28 Mart 2010 Pazar

RÜZGAR OLMA, SU SERP GÖZLERİME...

İçime ateşi atıp gittiğin günü hatırlar mısın? Nerden bileceksin o günden beri, benim için için yangınlarla boğuştuğumu? Şöyle bir uğrayıp geçerken yüreğime, saldığın is kokusu olduğunca üzerime sindi oysa. Yanmış yüreklere yeni yeni ateşler atsan, ne artırır, ne azaltır eski yangınları. Zaten yanmıştır yanan. Zaten küllerini savurmuştur rüzgara. Darmadağın olmuştur dünyalar.


Neden dağıttın, neden bu hallere koyup da gittin beni diye hesap sormaya kalkacağımı bekliyorsan eğer,yanılırsın. Düşersin hatalara,benim doğrulduğum yerlerde sen karanlık bataklara saplanırsın.


Ben bu yollardan geçtim. Geçtim de döndüm bile aslında. Dönerken o kadar çok yolcu vardı ki geçtiğim yerlerde, kiminin elinden tuttum, kimine de el verdim. Kimine yardım ettim, kimine de zehrettim hayatı. Kurban ettim yaşanmamışlıklarıma.


Yaşanmamışlıklarıma diyorum, dikkat et bu kelimeye. Yaşanmışlıklarımı kendime sakladığım bir çerçevenin içindeyim şimdi. Yaşanmamışlıklarımla dışarıya bakıyorum. İç geçiriyorum hayata, eksik kaldıklarıma ve kendimden esirgediklerime. Esirgerken, başkalarının bana taktığı gözlüklerle yüreğime görmeyi yasakladıklarıma…


Küskünlüklerimi kağıtlara dökmedim, belki dökmeyeceğim de. İçimde sana, ona, buna duyduğum hınçları paylaşmadım kelimelerle. Geçen gece, son kez bağırarak ağladım. Kendi sesimi son kez duyabilmek için. Ağlarken bir başkaydı sesimin tınısı. Hani, hep usulca sokulup dinlerdin ya şarkılarımı. Hani, bazen seninle anlatırdık ya hikayeleri cümleleri paylaşarak. İnsan hep aynı hikayeyi aynı cümlelerle anlatabilir mi? Biz hep aynı hikayeyi, aynı yerlerde yaşadık. Zor olanıydı bu…



Zor olanı yaşamak, yaşatmak, üzerimize yapıştı uzayan geceler boyunca. Geceler boyunca evet, gündüzleri hep hayat için yaşadık. Gecelerde kaldık kendimizle, acılarımızla, özlemlerimizle. Bazen bizi deşip alaşağı edecek bir şeyler bulduk. Söyledik, yazdık. Hikayenin bir cümlesini ben söylerken, ardından gelecek olanı sen fırından çıkarıp sürdün tüm kokusuyla burnuma. Şimdi de, o koku burnumda. Ve, yine sen anlatıyorsun…


Koşar adım bir şeylere yetişmeye çalışırken, ayağımızın altından kayan boz topraklar çığlık attılar. Ayak izlerimiz birer anıydı bizden. Birbirimizin yüreğine kazıdığımız el izleri gibi, gözlerimize mıhladığımız bakışlarımız gibi. Asla doymadığımız, doymak için zaman bulamadığımız gülüşlerimiz gibi.


Öyle şeylerle mühürledin ki beni kendine,senden geçemedim. Gülüşünle damgaladın beni, herkes bu gözlerin sana ait olduğunu bildi aslında. Aşkı okudu bakan, aşkı anladı dinleyen. Sen gelmedin, ben “gel” demedim, hatta gitmeyi bile denedim. Gidemedim…Gidemezdim, yaşanmamışlıklarım vardı sende. Dünyaya baktığım penceremdin.


Tüm yoksunluklarına rağmen…Tüm sahip olmadıklarına rağmen…Tüm benzerlerine rağmen…Ve hatta tüm yokluğuna rağmen…


Sanki, sen bu halinle olmalısın bende. Bu ıssızlığınla kalmalısın. Gelmesen de, çağırmasam da, hatta sen çağırdığında sana varmasam da, sen olmalısın. Uzaklığınla ve dokunulmazlığınla aşmalısın beni. Aşarken, hiç değmemeli bana ellerin. Sadece gözlerinle sevmeli, sesinle okşamalısın saçlarımı.


Yokluğuna alıştı, dayandı yüreğim. Eğer şimdi gelecek olursan, sevincin kül eder beni. Senin sandığından beter yangınlardayım. Rüzgar olma, su serp gözlerime…



Mavisihir

21 Mart 2010 Pazar

YÜREK AVCISIYIM BEN, AVUCUMA ALIRIM KALPLERİ EZİP İÇERİM KANA KANA



Neden tutukluyum, neden tutuklusun diye düşündün mü hiç? Neden hiç gülmelere erişemediğini sordun mu kendine? Oyunların içinde, piyon oluşunu sorguladın mı? Günahların neden peşini bırakmadığını ya da? İçinde kopan fırtınaların dinmeyişinin tek sebebinin, senin yüreğindeki depremlerin olduğunu kabul ettin mi? Yeryüzü yerine, sen kabuk değiştirdin mi? Neden sorularını hep son ana sakladığını ve neden o sondan durmadan kaçtığını irdeledin mi? Ben cevabımı verdim desem…

Ben, işte o ben… Ben kaçtım herşeyden. Sağ yanımın sol yanıma yenik düştüğünü gördüğümde kaçtım. Ben de filizlenen ve bana ait olmayan bir canavarın varlığını öğrendiğimde başladım kaçmaya. Ateşe atlamak için yaşatamadım cesaretimi. Cesur olmaktan bıktım, herşeyi göğüslemekten sağlam kalan tek yanımla. Beni en çok acıtan denizden uzaklaştım, kokusunu uzaktan içime doldurarak. “Yeniden bir fidan dikmeye hazır mıyım?” diye baktım aynada kendime. Belki hazırım belki de değilim. Cevap veremediğim tek soru buydu, bu kadar hatıradan sonra. Acı…

“Yüreğimde kopan fırtınadan haberin yok.Ruhun rüzgara vurmuş kendini.Günahlardan azat olmayı diliyorsun.Rüzgarım sana değseydi eğer tarumar olacağından bihaber yaşıyorsun.Gözlerini ufka doğrult, gördüğün kim? Sen hala baktığın heryerde kendini bulduğunu sanıyorsun...”

Böyle seslendim sana bir zaman sonra. Cevabının suskunluk olacağını bile bile sordum. Söylenecek çok şey olduğunu söylerken, dilinin tutukluğuna güldüm kahkahalarla. Değişmişim ben de zaman gibi. Evet zaman gibi, neden şaşırdın? Dünyanın zembereğini çeviren zaman, beni güzelleştirirken seni eskiten zaman. Yürek avcısıyım ben, avucuma alırım kalpleri ezip içerim kana kana. Her damlada biraz daha güzelleşirim aşkla.

Aşk, bana yakışır. Ya sana?

Başladığı yeri unutma aşkın. Bildiğimizi söylediğimiz her an biraz daha yabancılaştığımızı da unutma. Aşk, tanınmayan bir şehrin büyüsü. İlk önce kokusuyla ele geçirir yolcusunu, sonra gözlerine işler ilmek ilmek. Sonra, avını tuzağına düşüren kurt gibi pençesini daldırır yüreğine doğru göğsünü yararak. Ezip içer bir yudumda sevdayı.

Şarap gibi değildir aşk, içtikçe başını döndürür ama yavaşça öldürür. Tam keyif almaya başlarken, sıkar yüreğini. Aşk avcısının işi…

Ben bir aşk avcısıyım. İçinde birbirinden deli binbir fırtına. Ufacık bir rüzgar tenine değse, tarumar olacak avım. Kaç benden yavru ceylan, gözlerinin saflığına sevdalıyım. Senden gidemeyişim bundan, bekleyişim de; sana doyamayacağımdan.

Rüzgar esmeye başladı yine, dönüp arkamı gitmeliyim şimdi. Yüreklere acıkmışlığım var benim, yudum yudum içmeye susamışlığım var. Aşka mahkum aşk avcısıyım, adımı böyle kazımış zaman toprağa…



Mavisihir


15 Mart 2010 Pazartesi

HEY! TÜM SESSİZ ŞEHRİN İNSANLARI…DUYUYOR MUSUNUZ BENİ?

“Unutma hiç aşkın kıymetini. Ne roman, ne de film metini yazmaz hiç. Herkes kendi çözmeli.” Diyor şarkı. Tüm akşam defalarca dinledim, bazı an oldu eşlik ettim. Aşkı tarif etmem gerekti yeniden. Unuttuğum, unutturulduğum, belki de yüreğimin bir köşesine, kör noktama atıp bıraktığımdı aşk. En büyük korkumdu an olduğunda. Beni benden alıp, bensiz bıracaktı kapımı çaldığında. Beni aşksız bırakmak belki korkakçaydı ama kaçtım. Gerçekten kaçtım mı acaba?


Kaçamadım, yakalandım ansızın. Kapımı çaldı gülümseyerek, gözyaşlarını ceplerine saklayarak. Beni kandırdıktan sonra da avuçlarıma ıslaklığını bırakarak geldi gönül evime. Sesimi ancak kendim duyabiliyordum “hoş geldin” derken. Neden? Korkaklığımı kimse duymasın, diye…


Madem yakalandım sana aşk, şimdi söyle şarkılarını yeniden bağırarak. Kapımı yumruklayarak gir içeri. “Ben geldim” derken tüm cadde, hatta tüm şehir duymalı seni. E hadi, bu kadar mı yükseliyor sesin? Dur! Ben bağırayım senin yerine. “Hey! tüm sessiz şehrin insanları…Duyuyor musunuz beni? Aşk geldi, kapımda. İçeri alıyorum , kimse sokaklarda onu aramasın.” Bak, gördün mü? Korkak değilim artık. Bağırabiliyorum ben de cihana, avazım çıktığı kadar. Sen bana ne vereceksin şimdi?


Aşkın dili tutulmuş, hayretler içinde izliyordu beni. Alışmıştı insanları alaşağı etmeye, darmadağın bırakmaya. Hep sen, evet evet hep sen zafer borularını üflemeyeceksin ya. Sıra bende, bizde. Hey! Korkudan dizleri titremiş beşer, ne duruyorsun hala öyle? Çığlık atsana, aşkı yendim desene. Kitaplardan öğrenmeden aşkı, ellerini uzatıp kucaklasana. Hoş, kitaplar da yazmazmış ya aşkın kıymetini.


“Unutma hiç aşkın kıymetini. Ne roman, ne de film metini yazmaz hiç. Herkes kendi çözmeli.”



Mavisihir

14 Mart 2010 Pazar

HAYAL ADAM

Hayallerimin içinden aldım bu gece seni yine. Masaya karşılıklı oturup şaraplarımızı yudumladık. Hayaldi ya nasıl olsa, seni en saf halinle oturttum karşıma. Tüm maskelerinden soyundurdum seni. Safi kendindin bu gece. Ne yalanlar vardı üzerinde, ne de kaçamak bakışların. Sokulurken sıcak sobaya ya da yudumlarken şarabını çocuk gibi yalındın, her zamankinden farklıydı gözlerindeki sevinç. Hayal bu ya, bir buse uçtu dudaklarımdan gözlerine. Öyle bir sevinçti benimkisi, kendi hayalim ancak beni mutlu etmeliydi. Bencilce izlemeliydim karşına oturup.


Hayat da bencildi hep, ben sadece bu gece bencillik yapıyorum diye kızma bana. Hayalsin sen de altı üstü unutma. Ben çizdim senin yüzünü bu gece. En saf gülümsemeni takın şimdi, sonra o yüzle bak bana. Bu resim kalsın hatıraların arasında. Hayal adamın en saf halini izliyorum. Kadehteki şarapta hayali yüzünün aksini görüyorum, bir yudum alıyorum ondan. Seni de sindiriyorum ruhumda. Huzura yumuyorum gözlerimi gecenin ardından.


Düşüme dadandırdım seni bu gece. Sabaha kadar hayal olarak kalacaksın. Gerçeklikten uzak son bir düş göreceğim . Sabah yeniden başlayacağım herşeye, bu kez hep gerçekleri yazıp çizeceğim. Gerçek soluk alıp verişleri izleyeceğim göğüslerde. Gerçek gülümsemeler ve gerçek gözlerle yürüyeceğim sokakta. Gerçek kokusunu çekeceğim denizin, ciğerlerimi dolduracağım bahar sabahının pusuyla. Gözlerim yaşaracak yine belki, ağladığımdan olmayacak bu kez. Bahar sabahının pusundan diyeceğim soranlara.


“En son O gittiğinde ağlamıştım” diyeceğim içimden sessizce. Yıllar geçmiş üzerinden ve anılarım şarap gibi yıllanmış. Silikleşmiş hatta yüzü. Hatırlamaya çalışacağım bir an öylece durup, ama gözlerimin önüne gelmeyecek O’nun yüzü. “Unuttum işte” diyeceğim. Belki de hep birlikte söyleyeceğiz unuttuklarımızı. Tükettiklerimize saygı duyacağız an gelecek. Tuhaf işte, hayat bunların hepsini barındıran bir silsile değil midir?


Eskiler ve yenilerin buluşmasına şahitlik etsin bu gece. Hayal bu ya,hepimize yeni bir yüz çizsin. Yeniden gelip sonra da arkamızı dönüp gidelim diye…


Mavisihir


13 Mart 2010 Cumartesi

DELİ BİR VEDA BU, AKILLI BİR KORKAĞIN DİLİNDEN DÖKÜLEN…

Sen değildin ellerimle tuttuğum, benim hayallerimdi. Baktığım yüz, benim hep görmek istediğimdi. Seni hayallerime ayna yaptım söylemeden, senden sana ait olanları çaldım.Suçlu muyum şimdi hayal adam? Hayalden bir şehir ve hayal adımlarının sesi çınlıyor sokaklarında. Belki, en iyisi gitmek buralardan. Bileti kesilmeyen yolcuları beklemek zor, yola çıkmaya çok zaman var. Hayal şehri, elveda sana ve hayal adımlı sokaklarına...



Darmadağın rüyaları kendine mesken tutuşundan belliydi korkaklığın. Kendini sakladığını sandıkça daha çok ele verdin zaaflarını. Çocuk gibi sokulup boynuma, koklayışından anladım herşeyi ama sustum. Hep sustum. Konuşunca rüya perilerini kaçıracaktım, onlarsız rüya görmedim ben bu güne kadar. Seni küstürmek, onların gitmesine neden olmaktan daha kolaydı. Tercih ettim, sen gittin.



Aslında ben gittim, sana göstermeden. Ben uzaklaştıkça, sen gidenin kendin olduğunu sanarak bir kez daha kandın bana. Evet, seni kandırdım. Bu güne kadar yaşanılan kandırılmışlıklarımın öcünü aldım senden. Sevmedim seni hiç. Sen ılık ılık bakarken gözlerime ya da acemi yalancılığınla gözlerini kaçırarak bana yalan söylerken, ben seni hiç sevmedim. Küçücüktün sen, ben ise kocaman bir hatıra defteriydim her satırı karalanmış. Sen, sayfalarına bir çizik bile atılmamış taze bir hikayeyeydin. Kahramanların da küçücüktü senin gibi. Tiz sesli çığlıkları barındırıyordu senin gözlerin. Kaçamak bakışlarındaki, kavgaları görüyordum. Bakmıyordum ben de sana. Çaldıklarımın yanında, yüzünü de alıp, seni kimliksiz bırakmaya yaklaşıyordum çünkü. Bağlılıktan bahsediyordun bana ve korkularından. Aslında en kolay yalanlardan. Ben hırsız, sen yalancıydın bu oyunda. Alacaklarımız bitince, sözleri de bitirdik/dim.



Sen kaybolacaktın bende, eğer ben kalmaya devam etseydim. Bir kez daha gitmek düşüyordu bana, kırmadan. Nefret etmek, bazen geride kalan acıları azaltır küçüğüm. Belki gülerek anarsın beni, belki de “deliydi o” dersin. Senden çaldıklarımı anladığın gün, benim şimdi olduğum yere geleceksin. Bir pazarlığa oturmuştum bir gece. Biliyor musun, ben pazarlıkları hiç sevmem. Sana söylemedim bunu değil mi? Olsun, sende kendi anılarımı gördüm ve korkularımı. Kaçtıklarıma yakalandım ben hep. Şimdi gidişim de işte bu yüzden, sen bana yakalanma diye. Yoksa sende sana ait hiçbir şey kalmayacak. Çaldıklarımı yerine koyarak çıktım senden. Acemi yalanlarını da yanına iliştirdim, benden anı kalsın diye. Aldanışlarının yanına, anılarımı da koyarak düşün beni zamanlar sonra. Bu kez elin telefona gitmesin, senden çalacağım kalmadı artık. Yalan söyleyeceksen bana yine acemice, usta bir yüz ödünç al derim sana. Belki inanırım sana o zaman ve son bir kez öperim seni. İşte o zaman benden geriye sadece o kalır. Sen söyle şimdi, öpeyim mi son kez? Yoksa; deli bir veda bu, akıllı bir korkağın dilinden dökülen…



Mavisihir

9 Mart 2010 Salı

DENİZ KOKUNU SAL İÇERİME



Deniz koksun üstüm başım,

Islanayım iliğime kadar .

Seninle dalıp gideyim,

Mavinin en derin yerlerine.

Mavi senin gözlerinde çukurlaşsın,

Kaybolayım düştükçe .

Gün ışığım sen ol sabahlarımda,

Yüzüne uyanayım.

Issız kalmasın odam, evim.

Yüreğim sahipsizliğe tutsak olmasın.

Yalnızdım…

Diyebileyim, günün ardından çöken geceye.

Çünkü,

Artık sen varsın.

Mavinin derinliği sevdiğim,

Deniz kokulum,

Yağmur yüreklim.

Yağ dünyama şimdi sağanak sağanak.

Büyüt beni unuttuğum çocukluğumda.

Sabahımın ilk ışığı,

Gözümün ilk gördüğü,

Yüreğimin konduğu dal.

Deniz kokunu sal içerime.



Mavisihir

2 Mart 2010 Salı

YEŞERME ZAMANI ŞİMDİ

Huzurum,
İçimdeki en duru ses.
Beni,
Benden daha çok bilen nefes.
Hoş geldin diyeceğim sana.
Güller serpeceğim yüreğine.
Alıp gideceksin.
Belki de benim gittiğim yerlere,
Hiç sormadan geleceksin.


Bir bir anlatacağız hayatı,
Yaşamayı
Ve
Biz olmadan nefes almayı.


Yalnızlıklarımızı tarif edeceğiz dilimiz döndüğünce.
Issızlıklarımızı ısıtacağız.
Kurumuş göz pınarlarımızı sulayacağız.


Yeniden başlayacağız yeşermeye,
Ve yeşertmeye.
Tohumlar ekeceğiz hayata.
Penceremizdeki saksılara
Sevgiyi dikip sulayacağız.
Sevda,
Şevkat,
Sıcacık eller,
Küçücük gözler büyüyecek bizimle.


İşte öyle…


Kenetlenmiş olacak herşey.
Ruhun,
Ruhum,
Huzurum olacak.
Bir ben olacağım ellerin.
Bir ben olacağım gözlerin.


Yüreğini,
Kendime mesken tuttum bilesin.
Seni bana mahkum ettim.
Kendimi de,
Senin satırlarına kelepçeledim.
Sesine uyandım,
Bu ıssız memlekette.


Huzurum,
Sabahım,
Umudum.
Yeşerme zamanı şimdi.
Tut dalın ucundan,
Gidiyoruz…


Mavisihir

1 Mart 2010 Pazartesi

ARINMA/MA/K




Arınmak, yeni bir sabaha uyanmak hepimizin istediği. Günahların yakamızı bırakmadığı, şu gelip gelici serseri hayatın silsilesinden kurtulmak. Bazen bir ney dinletisinde, bazen de dalgaların şahsına münhasır denilebilecek dinginliğinde. Denizi insan gibi düşünüp, kendimize bile anlatmadığımız sırlarımızı paylaşmadık mı hepimiz? Derdimize yanıp, ağlamadık mı? Uzaklara, çok uzaklara kaçıp gitmek istemedik mi? Hiç hatırlanmamak ya da hiç unutulmamayı hayal etmedik mi? Nefretlerimizi ya gömdük kara toprağa, ya da gökyüzüne saldık uçurtma kuyruklarında çocukluğumuzun en deli hatıralarıyla. Böyle büyüdük ve büyüttük içimizdeki benleri ve bizleri.

Bir varoluş savaşının ortasına atılıverdik farklı zamanlarda, farklı şehirlerde. Farklı milletlerdendik bazen, bazen de farklı dinlerden. Olsun…İnsandık, kılıflarımız etten ve kemiktendi hepimizin. Gözlerimizle gördüklerimizi ellerimizle tutmak istedik, sevmek istedik ve sevilmek de. Olanlarla olmayanların peşinden savrulduk durduk. Ardımızda kalanları izlemeyi bırakamadığımız için, önümüzdekileri görmedik, göremedik. Pişmanlıklar geldi an oldu, bazen de terkettik hayatı. Çekildik kendi dünyamıza.

Gidenlerimize geri gel dercesine göz yaşı döktük. Toprakla bütündük, gökyüzüne sevdalandık ve uçmaya kalktık. Denize vurulduk, yüzdük. Boğulduk, denize de düşman olduk. Sevdiklerimizi aldı elimizden dağlar. Kurşunlandık, ölümü seyrettik. Teğet geçen yaşam hiç olurken gözlerimizde, hala kendimize yanar olduk. Ah hayat! Ah İnsan! Ah beni deliye çeviren sevgili! Neden gittin benden, bizden? Sorduk, durmadan aradık. Her taşı kaldırdığımızda bulduğumuz yine kendimizdi aslında. Suçlayacak bir şeyler arıyorduk. Günahların bırakmayışı da bizdendi. Biz onları bırakamıyorduk. Baktık, baktık, gördüğümüz yüz bizim olduğu kadar yabancıydı da. Biliyorduk…

Alay ediyorduk hayatla bazen, aslında hayat dediğimizin kendimiz olduğunu bilerek. Bildiklerimizin yanına bilmediklerimizi, öğrenmekten kaçtıklarımızı ve korkularımızı da alarak heybelerimizi doldurduk. Düştük yollara. Taşlara çarptık, vurduk, bazen de oyunlar oynadık. Yalanlar söyledik, bazen de dokuzuncu köyün kapısından döndük, yeniden kovulacağımızı sanarak. Yine, yeniden başladık yürümeye. Başa döndüğümüzü sandık, ya da gerçekten hep yolun başındaydık da gördüklerimiz düştü.

Bir sabah uyandık, ter içinde avuçlarımız. Daha önce içlerine sıkıştırdığımız kelimeler o kadar ıslanmış olmalı ki, geriye kalan sadece birkaç küçük mürekkep lekesiydi avuçlarımızda. Devrik cümlelerin devrik kahramanları olarak kalacaktık sayfalarda. Her birimizin yanına birer ağaç dikip bağladılar bedenlerimizi. İzledik, kabullendik. Kader dedik adına. Kazalarımıza isyan etmekten vazgeçtik. Buna da kader dedik. Hayat hep kader miydi?

Bize düşen? Aslında bize düşen de olmadı kendimizden başka. Tuttuğumuz eller boştu, bizler gibi. Haydi, en başından başlayalım. Hep yaptığımız gibi…

Arınmak, yeni bir sabaha uyanmak hepimizin istediği. Günahların yakamızı bırakmadığı, şu gelip gelici serseri hayatın silsilesinden kurtulmak. Bazen bir ney dinletisinde, bazen de dalgaların şahsına münhasır denilebilecek dinginliğinde…

Mavisihir