BLOGGER TEMPLATES - TWITTER BACKGROUNDS

Hürriyet

28 Nisan 2009 Salı

ADINI POPÜLARİTE KOYDUK...

Gamsızlık, yüzsüzlük, onursuzluk, bencillik,yalan ve daha saymadıklarım. Üzerimize yapışan milenium giysilerimiz. Zaman geçtikçe gelişecek insanoğlunun geldiği nokta yakından bakılınca bu olsa gerek. Hangi hesapların peşinde koşulduğunu, nelerin kıskanıldığını gördükçe göçüp gidesi geliyor insanın bu diyardan. Kazık çakmışçasına bulundukları statülere sığınanlar, üretmeden başkasının sırtından geçinenler, popülaritenin öneminin çok yüksek olduğuna inanıp asalaklaşmış bir yaşamı sürdürenler. İnançların köreldiği bir toplumdan, aslında farklı bir davranış sergilenmesi de beklenemez hani. Ben boşuna yazıyorum gibi geliyor bazen. Kelimelerin havada kaldığı bir ortam oluşuyor hep. Bu da bizim kısmetimiz olsun napalım?



Popülarite neden bu kadar önemli? Ben bunu oldum olası anlayamadım. Tamam, tanınmak güzel bir durum, kabul ediyorum. Filmlerde de izleriz hep, işte okulun en popüler kızı, çocuğu falanlar filanlar. Bak bu kadın, şirketin en şık kadını. Dedikoduvari sohbetler bir başladı mı bitmez artık. “Allah’ım kurtar beni” diye bağıranı da var, “ohhh be çekiştirdik içim açıldı vallahi" diyeni de var. Her telden çalan bir orkestra bu dünya. Ne hırsları bitiyor, ne kavgaları. Biraz uyumsuzsanız eğer, (tabi aslında bu normal olmaktır ama bu yolu sapmış toplumda anormallik diye isimlenir) barındırmazlar sizi. Doğrucu başı olmanın ezası karşınıza çıkar her gün. Bıkkınlık hissedersiniz bazen, ben de öyle yapayım dersiniz. Nedir bu eziyet Allah aşkına, değil mi? Ahh, keşke bu işler size göre olsa. Bir bakarsınız, kanınıza yerleşen doğruluk, “geçmiyor bu hastalık” diye düşünürsünüz artık. Varsın geçmesin insanoğlu. Farklı olmak aslında kötü değil, yeter ki bu farkları kendimize yakıştıralım.



Özgünlüğün kapısının bu farklarla açıldığını fark edersiniz zamanla. Üreten ve sesimi geniş kitlelere duyuran ben, sen benim önümde yerde biten bir çalı. Ezip geçmek, yerleri değiştirsek senin yapacağın bu. Ben ise etrafından dolaşıp, senin olmayan özgünlüğüne saygı duyuyorum. Ben farklarımla bu dünyada varım. Klasikleşmiş bir yapının parçası olmaktansa, ters duran bir piramit gibi görünmeye talibim ben. Ve nitekim de, öyle sanırım. Bir dostum bana, sen ne kadar düz bir insansın demişti. Bu düzlük aslında, dalaverelerden, hesaplardan uzak olmak anlamında kullanılmış, anlamışsınızdır. Sizlerde öylesiniz diyorum, düz insanlarız biz. En başta bahsettiğim durumları, aklınızdan bir geçirin bakalım ve dürüstçe cevap verin. Siz hangisisiniz? Elini vicdanına koyup, doğru söyleyen aslında olmayan bir şeyden bahsediyor. Yapan ben yaptım der mi hiç? Düşünsenize, neler oldu bu topraklarda. Cinayetler, gasplar, illegal ticaretler, yalanlar, iftiralar. Kim ben yaptım diyebildi? Hiç kimse! Demek ki, bizler nasıl bir toplum haline getirdiysek insanlığı, öyle de toparlamalıyız.



Haydi, kolları sıva bakalım, Ey İnsanlık! Ne duruyorsunuz hala öyle?


Mavisihir

27 Nisan 2009 Pazartesi

HÜCRE


Bir sır perdesinin ardında sevdim seni ben
Korkum karıştı senin gizemine
Kızdım, yıktım ortalığı çığlıklarla
Birileri beni benden alıp götürecek sandım çocukça
Savunmasızlığımı haykıramadım korkmadan
Sen gittin, hayaller kaldı geriye…
Bir bir anıları izledim yeniden
Korkak bir çocuk gibi kapı arkasına saklandım
Sen çıkıverecektin sanki karşıma aniden
Senden değil korkum
Ne yapacağımı bilmediğimden
Anılara veremediğim bir hesap kaldı masada
Yüreğimle ödemem gereken
Sen tutsan elimden olur mu?
Yok, korkuyorum ben
Bak titriyorum durmadan
Saklanmak geçiyor içimden yine
Gün yüzüne çıkaramadığım yüreğimle
Karanlık bir hücrede hapis gibiyim
Kapı aralığından baktığım güneşe hasret
Aklım yine gelgitlerde
Sen uzak, ben senden daha uzak
Yaşıyorum hücremde…




Mavisihir

23 Nisan 2009 Perşembe

ASKIDAKİ...




Büyüyemiyorum sen olmadan bir türlü.
Senin gözlerinden akıyor güneşin tüm ışıkları
Ve senden nefes alıyorum
Ansızın çöküyor öfke ve hüzün üzerime
Yaşamın tüm yüklerini verdiler sırtıma kadınım diye
Taşıdım, taşıdım…


Sensizliği yudum yudum sindirdim içime
Senin damla damla akmalarına rağmen
Tam ortasında durduğum büyük siyah bir nokta
Tam ortasında yine bana benzeyen kırmızı kandan bir benek
İçimi kanatan ve o kadar da acıtan
Senin izlediğin sarmadığın yaram


Sevdamın sarı saçlarında bitirdim her şeyi
Senin gelip sessizce gidişlerinden arda kalanlardan
Masal oldun başucumdaki kitabın sayfalarında saklanan
Uzaklardan fısıldayan bir sesteki şarkısın
Anlamsızlıkların içinde saklı kalan askıdaki aşksın
Benim usanmışlıklarım, belki de sabırsızlığımsın



Olmayan bir yaşamsın aslında
Senin duvarda asılı kalmışlığınla
Karasızlıkların içinde karanlıkta oluşlarınla
Açacak kapının olmamasıyla
Boğuştuğun hatıraların ve
Belki hiç yaşamadığın yalan aşklarınla…



Mavisihir

22 Nisan 2009 Çarşamba

SEVGİLİ ÖFKE

Bunca yıl olanların hepsine öfke duyuyorum içten içe. Şu sabah serinliği bile içimdeki ateşi söndüremedi. Balkonda izlerken sabahın ilk ışıklarını soğuk havanın iliklerime işleyişinden haberdar olmama rağmen, kızgınlığım geçmiyordu. Senin gözlerine bakarak sarf edilecek birkaç cümlem vardı aslında ama korkaklığın bedeli olarak sen kaçmayı yeğledin. Kaçtın, gittin, kırdın. Sabahları yeniden doğan güneş öfkeme de uğrasın istiyorum. Yeniden doğmak ve yaşama sarılmak istiyorum herkesten daha fazla. Balkonumda her sabah hem öfkemi ısıtmak, hem de bir köşeden sen çıkarsın da görebilir miyim acaba diye düşünüyorum. Bekliyorum, belki öfkemi belki de özlemimi doyurmak istiyorum seni görerek.


Birkaç cümleyle, yüzüme inen tokatı hatırlayınca, gerçeklerin içinde olduğumu hatırlıyorum. Yalan ya da gerçek, öfkemin doğduğu noktaya bakınca gerideki anıların üzerinde kara kızıl bir bulutun dolaştığını görüyorum. Sevmelere, özlemlere dair yazılan satırları okuyorum o bulutlarda. Yalan sözler dolaşıyor eteklerimde. Ben başı bulutlara değen bir dağım, sen eteğimde yaşamaya çalışan susuz bir dere. Yalvaran gözlerle zirveme bakıyorsun, merhamet ve su istiyorsun benden. Bulutların vereceğini benden bekliyorsun. Ben öfkemi karşıma alıp bulutlara salıyorum. Anlaşma yapıyorum önce, ikimize ayrı yağmurları yağdıracağına dair söz alıyorum öfkemden ve bulutlardan.



Unutma kendi cümlelerini kurabildiğin zaman yaz bana,
Başkasından aldıklarını istemiyorum
Yüreğin konuşsun benimle, gözlerin dokunsun gözlerime.
Bu kadar büyük bir sevdayı ver bana cesaretin varsa.
Aşkın kadar kendin de özel olmalısın
Senin konuştuğunu bir ben anlamalıyım
Öfkemin ateşine su, aşkıma körük olmalısın
Sen vazgeçemediğim, ben sen olmalıyım.
Beni kendinde bulabildiğinde gel bana.
Emanet sevdalılardan değilim ben
Bir gönlüm var benim verilecek
Kıymet bileceksen talip ol gönlüme
Bedenim yok benim, yüreğim oldu tenim ellerim
Susuzluğum asıl sevilmeyedir.
Sevmelere kandırabileceksen gel bana
Yarın, öbür gün, ölüme dek kalabileceksen gel
Ben gidiyorum demelere öfkeliyim ben
Ölüme kalacaksan gel gönlüme.....



Anlaşma şartlarım da sevdaya çıkıyor aslında. Tüm öfkelerin, kinlerin ve özlemlerin çıktığı yere. Sana tüm yollarım diyebildiğim, diyebileceğim bir güne uyanmak istiyorum ben bu gün. Elimde bir balta, önüme çıkan her şeyi biçip, ortadan kaldırmak istiyorum zaman zaman. Yolunu kaybetmiş bir oduncu olmalıyım belki de. Aslında canlı olan ama cansız olduğunu düşündüğümüz her şeyi hayatımda barındırıyorum. Sen bir köşede durmuş beni izliyorsun. Öfkemle kendimi yakışımı, sana ulaşmaya çalıştığımda kollarımın çalılara sürterek kanayışını görüyorsun. Bekliyorsun öylece. Ben daha da öfkeleniyorum. Senin beni çekip alacağını sandığım her dakika daha da sürükleniyorum karanlık ormana. Ben koca dağ, küçücük bir ceylan oluyorum. Ter içinde uyanışımı hatırlıyorum. Sonra yine alacakaranlık, balkon ve sabahın serinliği. Öfkem hala benimle, ensemde, kucağımda, yüreğimde. Belki sen diyerek alıyorum onu kucağıma, sen diyerek okşuyorum saçlarını. Sen diyerek bakıyorum uzun uzun gözlerine. Soğuk sararken bedenimi hafiften her sabahki gibi,yeniden sana ve hesaplarıma dair düşüncelere dalıyorum. Bir gün diyorum, her şey …



Şiirlere, şarkılara dolan bir masal olmuş bu yaşam. Her notasından, her hecesinden ayrı hüzünlerin ve öfkelerin aktığı, sokak lambalarında kelebeklerin son danslarını yaptığı bir yaşam. Biteviye yaşanan bir özlemin içinden doğan öfkeleri saldım şarkılarla alem-i cihana. Mor salkımlara benzetiyorum seni. Karşıdan o kadar gösterişlisin ki, yakından bakıp dokununca benim gibi hemen süzülüyorsun sen de. Belki de birbirimize bu kadar benzeyişimiz bağlıyor bizi yaşama. Seni kendimde, kendimi sende buluyorum bazı anlar. Uzak olmak, özlemlerin şehrinde öfkeyle yaşamak…



Öfkeme şarkılar söyletme vaktidir şimdi. Son bir serenat yapalım bu pencerenin altında ve sonra gidelim kendimizi bulmaya. Bir yerlerde kesişecek bir yol bizimki aslında. Ya öfke yağmurlarında, ya da sevda bulutlarında bulacağız yaşamın iplerini ve çekeceğiz kendimize. İpin ucu sen, ipin diğer ucu ben. Ama bu öfke aslında hep sendin, içimde büyüttüm seni. Sabahın ışığıyla suladım belki, ölmeyesin diye. Yeni güne öfkeyle başlarken sen yine içimdeydin, benimleydin. Sevgili öfkem, yık geçir her şeyi. Verdim iplerimi senin eline, varsın sevdayı senin yolundan bulayım.



Ve kendi cümlelerinle gel bana….




Mavisihir

21 Nisan 2009 Salı

ISSIZ



İçimi sızlatan bir bıçak oldu sözlerin. Sen değildin sanki karşımda konuşan. Başkalıkların yaşadığı bir şehre düştüm sanki. Her şeyin yabancı olduğu, seni tanımadığım, kelimelerini bilmediğim bir dildesin. Bana uzak, bana yabancı ve bir o kadar da hain. Kaçışlarımın yakan kısmını açmak zorunda kaldığım bir zorunluluktun sen oysa. Ne dünden kalansın artık ne de yarına artacak olan. Hiçlik duvarına çizilen bir resim, fotoğrafı bile olmayan bir hatıra. Seni çalan bir şarkı dinliyorum şimdi yazarken. Çok şey anlatıp ta hiçliklere karışanların hikayesi sanki. Daha önce defalarca dinlediğim ama sadece aşkın kaybedilişinin tadını bulduğum. Şimdi ise bambaşka bir anlamdan dem vuruyor kelimeler…



Gece yarısı gidişlerinden geri kalan bir tad var sanki, sabahın erken saatlerini seninle karşılayamamak kaldı hep elime. Sen rüya oldun, sen hayal oldun, sen duvar oldun bazen. Konuştum duvarlarla, sarıldım hayaline. Sevdaları özledim ama çözemedim bir türlü. Dönüp dolaşıp aynı şarkıyı dinliyorum oysa şimdi. Yine gecenin ortasında özlemlerin içine attın beni. Sabahlar yine uzak, yine ıssız ama sen kadar değil…



Yaşamanın ve yaşamın hangi köşesinde durduğunu bilemeye ihtiyacım vardı sadece. Aradaki sır perdelerinin kalkmasını istedikçe daha kalınını ördün önüme fark etmedin. Bana hiçbir şey yapmadığını düşünürken, aslında ne çok şey yaptın bir bilsen. Kaçışların esrarına sakladığım senin sesindi oysa. Dönüp dolaşıp dinlediğim de senin kelimelerin. Bir cümle….



Nefret duvarına ilk tuğlayı koydun ellerinle. Anlamsızlıklarımızın önüne koyduğumuz maske mi nefret duvarları? Neden sen, neden ben? Yeterince nefret etmiyor muyduk biz yaşamdan? Yeterince kaçma isteği yok muydu içimizde? Saklanılan sırların hangi perdesini yırttım izinsiz? Ne çok soru var bir bilsen içimde. Issızlığa dair her şey var içimde. Bir zaman öncesini düşünüyorum. Issız bir rüya olduğunu göremediğim bir anıya bakıyorum şimdi. Aynalarda senin aksin yok ıssızlık. Kendimi görüyorum senden ayrı. Kendimi görüyorum bembeyaz. Seni hayal ediyorum ıssızlık. Seni hayal ediyorum ama senin yerine neden hep siyahlar geliyor bilmiyorum.



Sana seslenmenin en doğru yolu, sana senin kelimelerinle konuşmak aslında…
Senin gibi ıssız, senin gibi siyah, senin gibi…..


Ama ben, benim olamadığım tek şey sensin. Ben ıssız bir gönül değilim. Saklamadığım bir korkum var, yüreğimin önüne ördüğüm duvar…


Mavisihir

17 Nisan 2009 Cuma

ADIM KÜÇÜK

Adımız küçük olsun bırak
Gönüllerimiz büyük bizim
Mangal gibi yanar bazen sessizce
Bazen koca bir çığlık kopar içimizde
Küçük kadınlar olalım bir yine de
Adımız küçük, gönlümüz büyük
Sönmez yangınlarda saklarız gönüllerimizi
Ellerimizde kovalar, su taşırız yangınlarımıza
Sönmez, bir daha taşırız
Yine sönmez...
Biliriz hep yanacak bu yürek
Biliriz hep akacak bu gözyaşı
Yürekler yangınlarda, ellerimiz azapta
Evlattır ilk yakan bizi, sonra er, ana, baba
Adımız küçüktür bizim
Yarımız ana, kadın
Yarımız bacı, evlat
Küçüğüz de hiç mi büyümedik biz
Küçücük adımıza, yüreğimize yüklenenlerle
Belki dağlardan bile büyük olduk
Yine de varsın küçük de sen
Adım küçük, yüreğim mangal gibi
Belki senden, belki hepinizden büyüğüm ben.....



Mavisihir

16 Nisan 2009 Perşembe

HAYDİ, BU GÜN ÜRET


Her evden çıkışımda koca bir hayatı geride bırakıyormuşum gibi bir his kaplar içimi. Kimi zaman işe giderim, kimi zaman gezmeye, kimi zaman da yaşamın üzerimize yüklediği asli görevlerden olan faturaları ödemeye. Tıpkı yarın sokağa çıkınca yapacağım gibi. Demek ki, hala bu kuru düzende yaşıyorum. “Hala tüketiyorum, üretiyor muyum?” Buna cevap vermek bence zor. Üretmekten ne anladığınıza ve ne vermek istediğinize bağlı sanırım bu durum. Ben geride kalan kelimeleri bile ürettiğimi düşünürken belki de siz, bundan tatmin olmayıp daha materyalist olmak isteyebilirsiniz. Bir vazo, bir resim bırakır gibi, elle tutulan bir nesne bekleyebilirsiniz. Bense her zamanki gibi nefesimle birlikte havaya karıştırdığım kelimelerimi verebilirim size, ya da şuralara karaladığım satırlarımı. Yetinmez misiniz bunlarla yoksa? Yetinmezsiniz, belki de hiç birimiz yetinmeyiz aslında. Dürüst olarak bu soruya cevap verirsek, sonucun bu olacağından hiç şüphem yok.


Ne kadar aç olduğumuzu farkettiniz mi? Payımıza düşenlerle doymayan aç gözlü yaratıklarız aslında. Kazandıklarımız, hakettiklerimiz, bize karşılıksız verilenler, pek çok şeyimiz varken isteriz de isteriz. Dedim ya aç gözlü yaratıklarız bizler. Huzur, mutluluk dar gelir bize. Tatminsiz birer ruh olup çıkmışızdır hayatın içinden. Başımızı kaldırıp etrafımıza her baktığımızda kendimize yeni bir hedef seçeriz elde etmek ya da tüketmek için. Havayı, suyu, ormanı, her şeyi tükettin insanoğlu. “Hala doymadın değil mi?” diye bir ses hep kafamızın içinde yankılanır. Doymadım, doymayacağız asla. Tüketime alıştık biz. Azı dişlerimizle hayatı sindirmeye devam ediyoruz habire. Çiğne ve tükür politikasını izleyenlere söylenecek bir şey yok zaten. En azından onlardan olmamak gibi bir şansımız olabilir belki.


Faturaları öderiz, çalışırız, tüketir ve evlere geri döneriz. Kimi yalnız, kimi kalabalık. Televizyonun karşına kurulursunuz yemek yedikten sonra. Tıka basa doydunuz, bütün gün harcadığınız enerjiyi mi yerine koyuyorsunuz yoksa hımbıllığınızın üzerine biraz daha mı katkıda bulunuyorsunuz? “Çok yoruldum bu gün” diyerek evdeki diğer nefeslerin dertlerini dinlemekten mi kaçıyorsunuz yoksa? Ne kadar da kurnazsınız, kimse sizin bu gün sadece tükettiğini bilmiyor sanıyorsunuz değil mi? Evde bari bir şeyler üretseniz diyorum, size doğru havada değişik tınılar oluşturarak gelen kelimeleri dinleseniz, dinlerken işe yarasanız.


Tüketen bir toplumu oluşumuzu anlatırken pek çok yerden, pek çok yerden örneklendirmeler yapabilirdim, en pratik olanı günlük yaşamın görevlerini ve bizim evde ne işe yaradığımızı ele almaktı. Herkesin üstlendiği roller var, annelik, babalık, çocukluk, belki bir holdingin patronu, belki patronun şoförü, belki de sabah 08 akşam 17 çalışan bir vergi memurusunuz. Ne olursanız olun, tüketicisiniz. Elle tutulan ya da tutulmayan her şeyi kullanmaya ve tüketmeye planlı düşünen yaratıklarız. Ben yine kelimelerimi bırakıyorum buralara. “Tüketiciliğimi biraz olsun üretime geçirir miyim?” diye merak içindeyim. Elimde tedaş faturam, karşımda yazdıklarım, her şeyi bir daha okuyorum. Benim ürettiklerimi de bir başkası tüketecek ama bu farklı. Belki de ben bunu okuyanların yüreğinin, belleğinin bir köşesine usulca sokulup onlara hep bunu hatırlatacağım.


Haydi, bu gün benim için, kendin için bir şey üret....



Mavisihir

14 Nisan 2009 Salı

DÜŞTEKİ DÜŞÜM



Defalarca seslendim sana dün gece. Bir zamanda çağrımı duyar gelirsin diye düşündüm. Düşmüş meğer, ben çok sonra anladım. Çığlık çığlığa ismini haykırdığım sokaklarda aradım saçından düşen tek bir teli. Sarı, güneşin ışıklarıydı sanki, bazen altın mı acaba diye düşünürken saçlarını, gözlerine takılı kalırdı gözlerim. Sensizliği süsleyen gözlerinde kaldı tüm hatıralarım ve benliğim. Tüm sevdalara kapattığım anda kapıları içeriye dalan arsız bir rüzgardın sen aslında. Ben güneş olmanı istedim oldun, ben altın gibi görünmeni istedim göründün. Ben beni sevmeni istedim belki senden, en zor olanı da buydu aslında ama sen sevmiştin zaten. Seni düşündüm yine düşümde. Gündüz gibisin ama gecelerin sevdalısısın sen. Bir gündüz tanıdım seni, bir gecede sevdalandım, bir gecede gündüzde mi yitireceğim yoksa seni. Kızma bana, kazandığım için yitirmeleri aklımdan geçirmeye başladım şimdi. Kaybının hüznünü düşledim bir an, senin arkanda durmuş bana el sallıyordu. Senin veda edişn sandım o hayali ve düştü bir damla yaş gözlerimden sol yanıma.



Sen aslında son yanıma düşen bir korsun ama sakladım seni. Kendimin bile görmek istemediği, dilimin söylemediği, elimin yazmadığı bir şeysin sen belki. Uzun yolların ardında görmek hatta kavuşmak istediğim özlemlerimsin benim. Her gece yıldızlardan düşmelerini izlediğim sihirlerden bir damlasın belki hayatımda. Senin kırmızılığın ya da maviliğin miydi beni böyle sarhoş eden, yoksa kadehteki kan kırmızı mı? Saklanan tel bir öpücükte yaşıyorsun sol yanım. Kar yağmış dışarıda, şöminemde şahlanmış alevler ve benim düşlerimde sen. Kırmızı, mavi, deniz ve şarap, bembeyaz bir halı var her yerde. Sen geliyorsun düşlerimle birlikte gecenin ortasını delerek. Elinde kocaman beyaz zambaklar, biliyorsun sanki en sevdiğim çiçeğin zambak olduğunu. Seninleyim, seninim artık. Kar, deniz, kırmızı, zambaklar ve sen… Aşk denilen giz, biliyorum ki sensin.



Maviye bakan bir pencere buluyorum elimde zambaklar ve yanımda sen. Gözümüzün alabildiği kadar uzaklara bakıyoruz birlikte. Hiç olmadığım bir yerde hissediyorum kendimi, hafif ve mutlu. Her yer beyaz ve mavi. Nerdeyim?’ diye düşünmüyorum ilk defa. Biliyorum ki, hüzün köyünden huzur köyüne gelen bir bulutta seyahat ediyorum seninle. Kavalcının çaldığı onca şarkıya rağmen beni bırakmayan bir şeyler vardı o köyde ama şimdi yok… Şarkılarımı özgürce söylediğim bir gökyüzü ve deniz var karşımda artık. Senli saatlerin tadını çıkardığım hatta uzattıkça uzattığım, oyunun bitmesini istemeyen bir kız çocuğu gibi davrandığım … Seninle küçük bir kız çocuğu olduğum, saçlarımın iki yandan at kuyruk olduğu ve senin saçlarımı okşadığı bir düş görüyorum şimdi. Düşün içinde düş. Hepsinde sen varsın. Güneşsin, altınsın bazen, bazen de şarap gibi kızılsın. Gün batımlarında tüm görkeminle geceye yükselen bambaşka bir yıldız gibisin sen. Kırmızı ve parlak, aşk ve sıcak, gecenin aydınlığı ve düşün içinde bambaşka bir düşsün sen. Sen her şeysin gecelere dair…




Mavisihir

7 Nisan 2009 Salı

OYUNUN ADI

Yalanın çıplaklığı kadar hafif ol o rüyalarda
Öyle bir gel ki tüm gerçeklerin gidişini seyredeyim pencereden
Yağmur yağmış, serin bir koku sarmış etrafımı
Ben yağmurda ağlamayı da severim
Gizlenirim yağmurda gözyaşlarımdan
Yalan, anadan üryan, belki de hiç olmayan...
Kederlerin duvarlarını örerim her gün
Bir gün gelir yıkarım hepsini
Ağlarım, akıtırım zehrimi Ege’ye
Bilirim ki o mavi anlar beni
Bilirim ki sevdamdır benim mavi
Renklerin hepsinden kaçarım aslında ben
Bazen kendimden…
Gün gelir yakalanırım ansızın
Yağmurda ağlarım yine habersiz
Islandım sanırsın sen bana bakıp
Halbuki ben her yağmurda ağlarım…
Kızarsın bana belki, şımarık dersin beni bilmeden
Olsun, ben yine de ben her yağmurda ağlarım.
Delilikse delilik bu, bazen de saçmalık
Yaşamın duvarlarıyla edilen bir sulu sohbet belki de
Duvarda elini uzatmaya çalışan kim öyleyse
Bir tek kelimeye sevinen kim
Yalan da olsa duyulanlar, dinleyici olan kim
Haydi rüya görelim şimdi diye bir oyun başlatıyorum
Sen geleceksin diye
Hiç gelmediğin sayfaların rengi mavi
Denize tutkun bu oyunun adı
Sanki balıkadam, sanki bir deniz kızı
Diplerde yaşayıpta sahile vuran bir deniz yıldızı
Yaşam, ben, yağmur, deniz ve gözyaşlarım
Oyunun adı denize tutkunun gözyaşları
Ebe benim, haydi saklan….




Mavisihir

6 Nisan 2009 Pazartesi

MAHKUMİYETLİKLERİMİZ





Zamanın içinde yaşadığımız mahkumiyetliklerimizle geçmişimizi yazıyoruz. Anlık öfkelerle yıkılan yaşamlar ve gururların bedelini ödemeye hiç birimizin gücü yok aslında. Nedense kendimize olan bu dürüstlük borcunu ödemeye yanaşmayız asla. Hesaplarımızı aynalarda vermeye çalışırken, boşa geçirdiğimiz günlerin hesabını tutmaya kalkmamıza ne demeli bilmem. Herkesin eninde sonunda başını ellerinin arasına alıp kendini ve yaşamı sorgulayacağı bir gün gelip çatıveriyor. Kimi büyük adam, kimi memur, kimi şair, kimi hasta, kimi balıkçı, kimi çöpçü. Neler sayılabilir örnek olarak, sizler de biliyorsunuz. Okurken biraz kendinizi yormanızı istiyorum. Bencillikle mahkumiyetin aynı şey olduğunu fark ediyor insan sorgulamanın sonunda. Bencilliklerimizle kaybedişlere mahkum olduğumuzu fark etmenin, bende veya sizde yaptığı şey aynı mı acaba? Yaşamları farklı olan insanların cezaları ve mahkumiyetlikleri de farklı mı?



Yaşamın insanın sırtına bindirdiği yükler bazen çok fazla acımasız oluyor. Doğduğu an annesini kaybeden bir çocuk düşünün şimdi. Yoksunlukların en büyüğünü yaşamak nefes almaya başladığı anda mahkumiyeti olmuş. Hatta sanki o suçluymuş gibi, cezalandırılmış yaşam ve birileri tarafından. Pek çok insanla yaşamış ama aslında aklındaki tüm karmaşalara rağmen yalnız olduğunu benliğine kazıyarak. Öyle bir etiket kondurmuş ki kendine; neye elini atsa başarısızlık, neye dokunsa zarar, ne karar verse yanlış olacak sanki. Nefes almaktan vazgeçse, acaba kaderi olan bu kaybedişler değişir mi diye düşünmüş. Geri dönüşü olmayan kayıpların mucizevi bir şekilde değişeceğini sanmış bir zaman. Aslında değişebilecek tek şeyin kendisi ve bakışları olduğunu çözmeye an be an yaklaştığını bilerek görmezden gelmiş. Yaşam kocaman bir acı yumağı, onun aklında dolaşan karanlık dehlizler, aydınlığa çıkacak kapılara sürdüğü kalın sürgüler, her şey karanlık. Umut denen mavi ummanın derinliğini gördüğü anlarda sıyrılmış bu girdaplardan fakat yine sanki yuvasıymış gibi her seyahatin sonunda başladığı yere dönmüş.



Tercihlerinin aslında kendi tarafından yapılmadığı bir yaşamın çitleri arasında kalmış bir çocuk ve şimdi kocaman bir adam. Yaşamla hayal arasında kaldığı çizgide tutunmalarla vazgeçişleri yaşayan bir yürek. Yaşamın kıyısından geriye dönüp defalarca baktığında her seferinde vazgeçişlerin mahkumiyetine bırakmış kendini. Kazandıklarından da vazgeçmeye kalkmış aslında. Üzerimize yapışan bu cezalardan kendimizi sıyırmanın bir yolu mutlaka var ve bu yine bizim yüreğimizden geçiyor. Zaman zaman hüzünlerin elinde sıkışıyoruz, ağlıyoruz, bağırıyoruz, bazen yaşamdan vazgeçip canımızı acıtıyoruz. Bitti sandığımız noktalarda her şeyin yeniden başladığını bilerek yaşamanın farkını anlayıp, anlamamış gibi devam ediyoruz nefes almaya. Aslında bu havayı solumaktan vazgeçtiğiniz her dakika, hayata yeniden başladığınız an. Elimizdeki ve ayağımızdaki zincirleri kırıp, bu zindanlardan kendimizi alalım. Gün ışığına belki de, mavi derinliklerde deniz kızlarını görmeye ihtiyacımız vardı, kim bilir?



Mavisihir

3 Nisan 2009 Cuma

SENİN RENGİN

Sana yazılan tüm satırlardan
Hatta şiirlerden şarkılardan
Çözen ve çözülen bakışlardan
Her şeyden sen sorumlusun


Sen batan gün kızılısı
Sarılığına kattım ben kırmızıyı
Seheri gelişlerine bağladım
Sabahlarıma kırmızıyla başladım


Görülen değil, hayal edilensin
Her seferinde değişir rengin
Öylece durup izlerim seni
Bazen, bazen…….


Senin rengin hep kızıla çalıyor
Gözlerim seni gün batımında arıyor
Geceyi ve ıssızlığı hatırlıyor
Ve uzanıyorum kızıllıklara


Mavisihir